Yaşam Hazretleri
Salı, 7.8.2012
Metin Erksan’ı (d.
1929) kaybettik. Nicedir rahatsızdı, bunu biliyordum. Çok uzun yıllardır belki
de dışarıya bile çıkmıyordu sanırım. Sinemamızın bir anıtıydı. Yeşilçam sinemasını,
tiyatroculardan alıp, sinemacılar dönemini başlatan birkaç büyük ustadan biri
oldu. Hem sanat, hem popüler alanda çok özel filmler gerçekleştirdi. Halk ile
yaygın bir ilişki kurabilmiş az rastlanır bir sanat sinemacısıydı.
Onu, ortaokul
sıralarındayken ilk kez Yılanların Öcü
(1962) ile tanıdım. Kuşkusuz henüz oyunculara bakarak film izlediğim çocukluk
yıllarındaydım; ancak dönen bir kağnı tekerleği üzerinde beliren jenerikle
birlikte farklı bir film izlediğimin ayırdındaydım. İki yıl sonra ise Susuz Yaz (1964) geldi. Çarşamba’da
–yanılmıyorsam– Saray Sineması’nda gösterime girmişti. Afişin tepesinde “Metin
Erksan” yazıyordu. Bu ismin, yeni bir “artist” olduğunu sanmıştım. Kenarda “Reji”
diye de yazıyordu, ancak, “rejisör”ün adının afişin tepesine yazıldığını daha
önce hiç görmemiştim... Hülya Koçyiğit ile Ulvi Doğan’ın da ilk filmiydi. Bu
alışılmadık durumlar, beni düşündürüyor ve ilgimi artırıyordu... Filmi
izlediğimde o çocuk aklımla büyülenmiştim. Yılanların
Öcü’nden aldığım tada benzer bir şeydi bu. Fakat bu iki filmin “rejisör”leri
arasında bir ilişki kurabilecek durumda değildim henüz.
Susuz Yaz, Berlin Uluslararası Film Festivali’nde
Altın Ayı’yı kazanınca kıyamet kopmuştu. Eve Milliyet gazetesi alınıyordu; bu nedenle Susuz Yaz’ın başarılarını ve yaratıcıları üzerine yazılan her şeyi
izleyebiliyordum. İşte bu sırada Metin Erksan’ın Yılanların Öcü’nün de yönetmeni olduğunu öğrenmiştim. Bu bağlamda
benim “yönetmen kültürü”m, Erksan ile başlar.
1964’de ortaokul
ikinci sınıftaydım. Haftanın neredeyse her gün olan Türkçe derslerinden birisi “kompozusyon
yazma”ya ayrılırdı. Türkçe dersinde ele alınan edebi metnin içinde geçen “az
bilinen” ve/ya “yabancı” sözcüklerin içinde kullanılacağı bir “kompozisyon” yazılırdı.
Edebi metnin içinde geçen yabancı sözcükler arasında “festival” sözcüğü de yer
alıyordu. Susuz Yaz’ın Berlin’deki
başarısı dolayısıyla gazete haberlerinde sık sık “festival” sözcüğüyle
karşılaşmıştım. Kompozisyonumu, Susuz Yaz
üzerine kurdum. Aynı derste kompozisyonların birkaç tanesi öğretmenimiz
tarafından okutturuluyordu. Şanslıydım; şimdi adını anımsayamadığım (Turhal
veya Suluovalı) bayan öğretmenimiz “kompozisyon”umu okumamı istemişti. Hem
sınıf arkadaşlarım, hem de öğretmenim beğenmişti yazımı. Beğenmekle kalmayıp
şöyle demişti: “Turgut, sen yazı yaz”!1
Öğretmenimin yazma
önerisi geldiğinde, ben genel olarak “sanat” ile ilgilenmeye kararımı
vermiştim. Bu öneri, benim için “derin” bir destekti. Bu nedenle öğretmenime hâlâ
müteşekkirim.
1975’te Yeşilçam’da
yönetmen yardımcısı olarak çalıştığım sırada ev arkadaşım görüntü yönetmeni
Çetin Tunca’nın yardımcısı Mahmut Yumuşak’ı, sete ziyarete gitmiştim. Mekân
Haydarpaşa Garı; filmin adı Müthiş Bir
Tren (Sait Faik’in dense de, onun çevirdiği bir yabancı hikâye olduğu daha
sonra ortaya çıkacaktı); yönetmen ise Metin Erksan idi.
Ev arkadaşım
Mahmut’u değil de, Metin Erksan’ı ziyarete gitmiştim aslında... O günün anısına
Mahmut’un çektiği, silik de olsa bir fotoğraf var elimde. Şimdi bu fotoğrafa
baktığımda “tren”in değil de “zaman”ın ne müthiş bir şey olduğunu düşünmeden
edemiyorum.
Metin Erksan’ı
tanımak ve dostluğunu kazanmak benim için daima büyük bir sevinç kaynağı
olmuştur. Yapıtları ve anısı daima yaşasın, yaşatalım.
1) İlkokulda bu
dersin adı “tahrir” idi. Yeşilırmak İlkokulu 5. sınıfında Rıdvan Özdemir’in
öğrencisiydim. Bu “tahrir” derslerinde bazı konular (ya da temalar) verilerek
hikâyemsi bir metin yazmamız istenirdi. Diyelim ki, “şubat tatili” sonrası ilk “tahrir”de
tatil, yazı konusu olarak karşımıza çıkabiliyordu. Derslerden birinde “gurbet”
teması üzerine yazmamız istenmişti.
Sanırım o yıl
büyük ağabeyim Muammer, Trabzon Lisesi’ne yatılı okumaya gitmişti. Biz
kardeşler için bu ilk “gurbet”ti... “Ayrılık” kavramıyla, 4-7 yaşlarımı
geçirdiğim İstasyon Mahallesi’nde karşılamıştım. Tren, evimizin 3-5 metre
ötesinden geçiyordu. Özellikle asker uğurlamalarındaki kalabalık “ayrılık
sahneleri” beni etkilerdi. Tahrir dersinde karşıma çıkan “gurbet” teması
üzerine yazdığım hikâyemsi metnin başlığına, “Gurbet treni” demiştim. Bu,
sanırım trenyolunda geçirdiğim çocukluk yıllarında belleğime kazınmış hüzünlü
fotoğrafların etkisiyle olmuştu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder