9 Ağustos 2012 Perşembe

Metin Erksan’a veda


Yaşam Hazretleri


Salı, 7.8.2012

Metin Erksan’ı (d. 1929) kaybettik. Nicedir rahatsızdı, bunu biliyordum. Çok uzun yıllardır belki de dışarıya bile çıkmıyordu sanırım. Sinemamızın bir anıtıydı. Yeşilçam sinemasını, tiyatroculardan alıp, sinemacılar dönemini başlatan birkaç büyük ustadan biri oldu. Hem sanat, hem popüler alanda çok özel filmler gerçekleştirdi. Halk ile yaygın bir ilişki kurabilmiş az rastlanır bir sanat sinemacısıydı.

Onu, ortaokul sıralarındayken ilk kez Yılanların Öcü (1962) ile tanıdım. Kuşkusuz henüz oyunculara bakarak film izlediğim çocukluk yıllarındaydım; ancak dönen bir kağnı tekerleği üzerinde beliren jenerikle birlikte farklı bir film izlediğimin ayırdındaydım. İki yıl sonra ise Susuz Yaz (1964) geldi. Çarşamba’da –yanılmıyorsam– Saray Sineması’nda gösterime girmişti. Afişin tepesinde “Metin Erksan” yazıyordu. Bu ismin, yeni bir “artist” olduğunu sanmıştım. Kenarda “Reji” diye de yazıyordu, ancak, “rejisör”ün adının afişin tepesine yazıldığını daha önce hiç görmemiştim... Hülya Koçyiğit ile Ulvi Doğan’ın da ilk filmiydi. Bu alışılmadık durumlar, beni düşündürüyor ve ilgimi artırıyordu... Filmi izlediğimde o çocuk aklımla büyülenmiştim. Yılanların Öcü’nden aldığım tada benzer bir şeydi bu. Fakat bu iki filmin “rejisör”leri arasında bir ilişki kurabilecek durumda değildim henüz.

Susuz Yaz, Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kazanınca kıyamet kopmuştu. Eve Milliyet gazetesi alınıyordu; bu nedenle Susuz Yaz’ın başarılarını ve yaratıcıları üzerine yazılan her şeyi izleyebiliyordum. İşte bu sırada Metin Erksan’ın Yılanların Öcü’nün de yönetmeni olduğunu öğrenmiştim. Bu bağlamda benim “yönetmen kültürü”m, Erksan ile başlar.

1964’de ortaokul ikinci sınıftaydım. Haftanın neredeyse her gün olan Türkçe derslerinden birisi “kompozusyon yazma”ya ayrılırdı. Türkçe dersinde ele alınan edebi metnin içinde geçen “az bilinen” ve/ya “yabancı” sözcüklerin içinde kullanılacağı bir “kompozisyon” yazılırdı. Edebi metnin içinde geçen yabancı sözcükler arasında “festival” sözcüğü de yer alıyordu. Susuz Yaz’ın Berlin’deki başarısı dolayısıyla gazete haberlerinde sık sık “festival” sözcüğüyle karşılaşmıştım. Kompozisyonumu, Susuz Yaz üzerine kurdum. Aynı derste kompozisyonların birkaç tanesi öğretmenimiz tarafından okutturuluyordu. Şanslıydım; şimdi adını anımsayamadığım (Turhal veya Suluovalı) bayan öğretmenimiz “kompozisyon”umu okumamı istemişti. Hem sınıf arkadaşlarım, hem de öğretmenim beğenmişti yazımı. Beğenmekle kalmayıp şöyle demişti: “Turgut, sen yazı yaz”!1

Öğretmenimin yazma önerisi geldiğinde, ben genel olarak “sanat” ile ilgilenmeye kararımı vermiştim. Bu öneri, benim için “derin” bir destekti. Bu nedenle öğretmenime hâlâ müteşekkirim.

1975’te Yeşilçam’da yönetmen yardımcısı olarak çalıştığım sırada ev arkadaşım görüntü yönetmeni Çetin Tunca’nın yardımcısı Mahmut Yumuşak’ı, sete ziyarete gitmiştim. Mekân Haydarpaşa Garı; filmin adı Müthiş Bir Tren (Sait Faik’in dense de, onun çevirdiği bir yabancı hikâye olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı); yönetmen ise Metin Erksan idi. 




Ev arkadaşım Mahmut’u değil de, Metin Erksan’ı ziyarete gitmiştim aslında... O günün anısına Mahmut’un çektiği, silik de olsa bir fotoğraf var elimde. Şimdi bu fotoğrafa baktığımda “tren”in değil de “zaman”ın ne müthiş bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Metin Erksan’ı tanımak ve dostluğunu kazanmak benim için daima büyük bir sevinç kaynağı olmuştur. Yapıtları ve anısı daima yaşasın, yaşatalım.




1) İlkokulda bu dersin adı “tahrir” idi. Yeşilırmak İlkokulu 5. sınıfında Rıdvan Özdemir’in öğrencisiydim. Bu “tahrir” derslerinde bazı konular (ya da temalar) verilerek hikâyemsi bir metin yazmamız istenirdi. Diyelim ki, “şubat tatili” sonrası ilk “tahrir”de tatil, yazı konusu olarak karşımıza çıkabiliyordu. Derslerden birinde “gurbet” teması üzerine yazmamız istenmişti. 
Sanırım o yıl büyük ağabeyim Muammer, Trabzon Lisesi’ne yatılı okumaya gitmişti. Biz kardeşler için bu ilk “gurbet”ti... “Ayrılık” kavramıyla, 4-7 yaşlarımı geçirdiğim İstasyon Mahallesi’nde karşılamıştım. Tren, evimizin 3-5 metre ötesinden geçiyordu. Özellikle asker uğurlamalarındaki kalabalık “ayrılık sahneleri” beni etkilerdi. Tahrir dersinde karşıma çıkan “gurbet” teması üzerine yazdığım hikâyemsi metnin başlığına, “Gurbet treni” demiştim. Bu, sanırım trenyolunda geçirdiğim çocukluk yıllarında belleğime kazınmış hüzünlü fotoğrafların etkisiyle olmuştu...