22 Mayıs 2013 Çarşamba

Yaşam Hazretleri



 Kan Çağı

Dün, sakladığım eski bir Melih Cevded Anday yazısı elime geçti ve okudum. Alıntıladığı şiir, tıpkı doğa ve hayat gibi, yalın ve etkileyici. "Dingin" olana değil de "karmaşa"ya yöneliyoruz! "Altın çağ" şiiri, kalplerimizin anayasası olabilse derim:


 
Altın Çağ

Thomasso Campanella


Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden
Niçin bir kez daha olmasın?
Her şey dönüp dolaşıp Gelmiyor mu eski yerine?
Düşündüğüm, öğütlediğim gibi benim
Paylaşsalardı insanlar
Yararları, mutluluğu ve ahlakı
Cennet olurdu dünya...
Uyanık, temiz sevgiler gelirdi diyorum
Azgın, kör sevgiler yerine
Yalan dolan, bilgisizlik yerine
Gerçek bilgi gelirdi
Ve kardeşlik zorbalığın yerine

                                 (Türkçesi: Sabahattin Eyüboğlu)

11 Mart 2013 Pazartesi

Güldiken Günlüğü

İlk Kadın Karikatürcü ve  
Türkiye'de Kadınlar İçin İlk Mizah Dergisi*








I) İlk Kadın Karikatürcü Konusunda Saptama

1960larda taşrada mizah kültürüne ilişkin bir kitap görememiştim. Ancak karikatür çizen bir dostum vardı; bütün sorularımın yanıtını ondan alırdım. Henüz kadın karikatürcü konusunu düşünebilecek seviyede değildim. 1973te İstanbulda, Semih Balcıoğlu ile Ferit Öngörenin 50 Yılın Türk Mizah ve Karikatürü,1 aradığım kitapla buluşturmuştu. İlk baskısını hâlâ sakladığım kitabı neredeyse ezberlemiştim... Kitabın karikatür bölümünü Balcıoğlu; mizah bölümünü ise Öngören hazırlamıştı. Özellikle Öngörenin metni benim için bir büyük hazineydi. 

Selma Emiroğlu Aykan


Balcıoğlununki, kısa bir değerlendirmenin ardından gelen –bir tür– karikatürcüler antolojisiydi; işte o sayfalarda Selma Emiroğlu adlı karikatürcü için Türk karikatürünün ilk kadın karikatüristidir deniliyordu. Türk karikatür kültürü üzerine hazırlanmış ilk kitap, Tef ve Dünya Karikatüristleri Albümüdür.2 Bu kitabın künye sayfasında kim tarafından derlendiği ve yayına hazırladığı yazmıyor. Ancak bu işi Ferruh Doğanın yaptığı ve –kendilerinden önceki kuşakla bir hesaplaşmayı da içeren– giriş metnini yazdığı biliniyor. İşte bu kitapta yer alan Selma Emiroğlu bölümünde onun için, ilk Türk karikatürcüsü değil; hepsi erkek olan meslekdaşlarının maskotu olduğu kaydediliyor. Daha yakın zamanlara ilişkin iki kaynaktan daha söz açmak istiyorum: Hakan Alpinin Çizgi Roman Ansiklopedisinde3 Emiroğlu, şöhretli ilk Türk kadın çizgiromancısı olarak tanımlanıyor. Şefik Memiş ile İbrahim Yarışın hazırladığı İstanbulun 100 Karikatüristinde4 ise Türk mizah tarihinin ilk kadın karikatürcüsüdür deniliyor.


Zeynep, fakir binr köylü kızıydı... Acıdılar, şehre getirdiler!..
Selma Emiroğlu, Akbaba, 14.5.1953


Kuşkusuz ben de –geçen yıl yitirdiğimiz– Selma Emiroğlunu ilk Türk kadın karikatürcüsü olarak değerlendirdim birçok vesileyle. Bu bilginin doğru olmadığını Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-3 / Meşrutiyet Dönemi / 1908-1918,5 için çalışırken öğrenmiş ve şöyle demiştim: 1867den 1923e uzanan  karikatür serüvenimizde karşımıza çıkan ilk ve son kadın karikatürcü olarak gözüken Fatma Zehradır. Osmanlı döneminde çizmiş ikinci bir kadın karikatürcüye hâlâ rastlamış değilim araştırmalarım sırasında; fakat cumhuriyet dönemi için durum değişti. 1930 ve 1940larda Cumhuriyet ve Tan gazeteleriyle Şaka ve Akbaba mizah dergilerinde Melilâ Fuat imzası, kimi karikatürlerde gözümüze çarpıyor. Melilâ Fuat ile Güldikeni (1993-2003) çıkardığım yıllarda yaptığım basın taramaları sırasında karşılaşmıştım. Ancak bu konuda bir yazı yazmamış, herhangi bir yazıma ilk Türk kadın karikatürcü konusunda bir dipnot düşmemiştim. Melilâ Fuat, Karikatürkiye6 için çalışırken sık sık karşıma çıkmıştı. Döneminde tanınmış –ancak bugün hiçbir sanat sözlüğünde yer verilmemiş– ressamlardan olan Bayan Fuatın, süreli yayınlarda birçok karikatürünü gördüm.

Selma Emiroğluna Fatma Zehrayı keşf ettiğimde, Artık Cumhuriyet döneminin ilk kadın karikatürcüs siz değilsiniz demiştim; Melilâ Fuatı keşf ettiğimde ise, Artık Cumhuriyet döneminin de ilk Türk karikatürcüsü değilsiniz dediğimde şöyle yanıtlamıştı, Münihten gelen şen sesiyle: Oh be, şu sıfattan nihayet kurtuldum!



II) Kadın Karikatürcü Neden Az Yetişiyor?

Her alanda ilk olgusu, daima merak yaratmıştır. Ancak ilkten çok, neden sorusu daha önemli sanırım: Neden kadın karikatürcü az yetişiyor? Neden kadın mizah yazarı az yetişiyor? Neden kadın nüktedan az yetişiyor? Neden kadın bir meddah sahne almadı? Bu soruların yanıtı, Osmanlıdan Cumhuriyete Türkiyede sansürün, yaratıcılığın ve özellikle kadınların tarihini de ortaya koyar!

Türkiyede, özellikle 1970 sonrası edebiyat dünyasında kadın şairlerin azlığından yakınan yazılar ya da satırlar anımsanabilir. Bu sıkıntıya, kadın karikatürcü sorunu da eklenmiş, zaman zaman dile getirilmiştir. 1980 sonrası özel televizyon kanallarının kuruluşuyla yaygınlaşan talk show proğramları dolayısıyla da bu sefer, Neden bir kadın talk showcu çıkmıyor? sorusu gündeme gelmişti. Televizyonun ülke çapında yayına girdiği 1975 öncesi tiyatro ve sinemayı dışta tutarsak, sanırım mizahın içinden geçtiği yaratıcı alanlarda kadının neredeyse hiç yoktur.

Bu makûs talihi ilk kez güçlü bir biçimde kıran Oğuz Aral oldu. 1972de çıkan Gırgırda yayımlanmış ilk kadın karikatürcü kim? Bilemiyorum; ancak Çiçeği Burnunda Karikatürcüler köşesinden Gırgırın –ve sonra Fırtın– sayfalarına fırlayan Özden Öğrük, bu okulun ilk kadın karikatürcüsü olarak tarihe geçmişti. Çiçeği Burnunda Karikatürcüler öyle bir çalıştı ki, Gırgırda Biz Bıyıksızlar diye köşe bile yaptılar... Gırgır Okulunun en önemli kazanımlarından biri genç kızları da karikatüre, dolayısıyla mizaha yönlendirmesi oldu. Gırgırın yaygın bir biçimde (7den 70e) izleniyor olması, –Türkiye gibi genç nüfusulu bir ülkede– insanların mizahla kaynaşmasına yol açtı.

Bugün, içinden mizah geçen yaratıcı alanlarda çalışan her genç insan, yaşamöyküsünü anlatırken, mutlaka Gırgırdan söz açar. Oğuz Aral, Gırgırda özellikle genç kuşakları mizah ile neşe ile besledi; ve bu, onların hayatlarında ilerledi. Bu kuşkusuz doğal bir sonuçtu; ancak, alışılmadık olan genç kızlara ardına kadar Gırgırın kapılarını açıyor olmasıydı– bu olağanüstü bir hareketti.

1970 sonrası Türkiyedeki iki önemli mizah hareketini de Gırgırın çıkışına eklemekte yarar görüyorum: İlki, Ertem Eğilmezın –1960lardan gelen kadrolarla oluşturduğu Devekuşu Kaberenin oyuncu kadrosuna da yaslanarak– Arzu Filmde yarattığı komedi dünyası. İkincisi, Ferhan Şensoyun 1980de kurduğu Ortaoyuncularıda yarattığı siyasal yergi tiyatrosu. Gırgır ile birlikte bu üç okul, mizahın her alanında kadınların varlığını –eskiyle karşılaştırılamayacak seviyede–güçlü olarak görünür kıldı.

Bu bağlamda 1970 öncesine de bakmalıyız bir an: 1950lerden getirdiği tiyatro birikimiyle Dormen Tiyatrosu, neredeyse bir komedyen fabrikasına dönüşmüştü. İstanbul Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrosnun katkıları muhteşemdir. Yeniden söylemek gerekirse, kadınların mizahi olanda kendilerini gösterme olanağı bulabilmeleri, tiyatro ve sinema sayesinde olmuştur... Türkiye için mizahta bu iki alan, Gogolün paltosundan farksızdır.



III) Kadınlar İçin İlk Kadın Mizah Dergisi

Mizahımızın basın tarihinde kadınlar için hazırlanmış ilk mizah dergisi Leylâktır. Öncelikle bu derginin tam bir künyesini vermek istiyorum:



Leylâk

Şimdilik onbeş günde bir neşr olunur, edebî mizah gazetesidir.

Başmuharriresi: Küçük Hanım • Sahib-i imtiyaz: A. Cevad • Müdir-i mesûl: A. Cevad • Süre: 15 Mayıs 1330 (1914) - 12 Haziran 1330 (1914) • Sayılar: 1-3 • Sayfa sayısı: 8 • Boyutlar: 22 x 30 cm • Basıldığı Kent: İstanbul • Basımevi: Zerâfet Matbaası

Eskiden, mizah dergileri bile bir önsöz ile –o zamanki sözcüğüyle söylersek bir mukaddemeyle– çıkarlardı. Leyâk da bu geleneğe uymuş. Osmanlıcadan bugünkü Türkçeye ilk yazıyı aktarıyorum:

– A kızım! Her gün sokak! Her gün gezmek! Olur mu hiç[!] Olmazsa bir kerecik 
de evde otur da görücüye olsun görün.
– Anneciğim pek güzel söylüyorsunuz ama! Evde kalırsam bir kişi görür[,] 
halbuki sokakta?...

Küçük Hanım, Leylâk, 15 Mayıs 1330 (1914), Sayı: 1, s. 1



Maksad ve Meslek



İnsanı ağlatmak güldürmekten kolaydır fakat

ma‘rifet, hüner kalemi insanı güldürebilecek

sûretde isti‘mâldedir [kullanmadadır].

                                                                                      Paul de Kock



İşte biz de ikinci şıkkı kendimize meslek ittihâzıyle [kabul ederek], muhterem okuyucularımıza her hafta lâtîf [hoş] kokulu zarîf bir demet Leylâk takdîm edeceğiz.

Fakat Leylâk[’]ımız tabîatın kendisine bahş ettiği o evsâfdan [nitelikler] başka bir çok havâsı hâizdir [üstün nitelikleri içerir].

– Koklayınız !...Koklayınız!

– Ah…ne hoş.



Evet hoş doyulmaz bir koku… Bu kadar mı… Hayır lûtfen şu dil-rübâ [gönül alan] çiçeğin yapraklarını çeviriniz!... İşte bu atlas yapraklar üzerine her hafta en muktedir [güçlü] mizâh-nüvîslerimiz [mizah yazarlarımız], sanatkâr-ı çalâk [çevik fırçalı sanatkâr] ressâmlarımız tarafından (hayât-ı edebî [edebiyat hayatımızı] ve ictimâiyyemizin [toplumumuzun]  pek lâtîf [hoş] ve pek mudhik [güldürücü] sahneleri) nakş [resm] edilecektir.

Leylâk[,] mübeccel [ululanmış] okuyucularının lûtfundan [değerbilirliğinden] emîn olarak hayât-ı matbûâta [basın hayatına] atılıyor.



Ey muazzez [aziz] kar’i [erkek] ve kar’ielerimiz [kadın okuyucularımız] sizden rağbet. Ulu tanrımızdan da yüz aklığıyla muvaffakıyyet.7



İstibdat Dönemine (1876-1908) son veren II. Meşrutiyet (1908), mizah basınını azdırma derecesinde bir çalışmaya sokmuştu. Ferit Öngörenin deyimiyle, meşrutiyetin ilanıyla havaya fırlatılan fesler denli çok dergi ve gazete yayımlanmıştı; bunların önemli bir bölümü mizaha ilişkindi. 1908in hemen ilk aylarında isim hakkı alınan mizah dergisi 30u aşkındır; 1908-1923 yılları arasındaysa bu sayı 100e yaklaşır.

Leylâk, kadınlar için erkekler tarafından yayımlanmış bir mizah dergisidir. Karikatürlere baktığımızda daha çok geleneksel yaşam tarzı, moda ve kadın-erkek ilişkilerinin ele alındığı görülüyor. Espriler ve çizgiler, 1908le başlayan yeni karikatür döneminin altında değil. Leylâkın üç sayısında yer alan metinlerin başlıkları şunlar: Tramvay İdaresi kazayı men ediyor [yasaklıyor], Leylâkın hanımefendilere mühim hizmeti - Yalnız hanımefendilere, Cicili şakalar, Bilmece, İtizar [özür], Turan masalları - Lâpiska, Kanburun kurnazlığı, Tamahkârlığın neticesi, Muhavere [karşılıklı konuşma]. Üç sayıda yer alan metinlerin sadece birinde imza var: M. Rafet.



IV) Leylâkın Karikatürcüleri

Leylâkın üç sayısında toplam on iki karikatür yayımlanmış. Bunlar, üç karikatürcü tarafından çizilmiş: Küçük Hanım, Fatma Zehra ve Cevad Nuri. Derginin birinci sayı kapağında sağ altta Küçük Hanım, sol altta ise Haydarpaşa 1330 [1914] yazıyor. Diğerlerinde sadece imza ve/ya tarih yer alıyor.

İlki, anlaşılacağı gibi takma imzadır. Fatma Zehranın imzalı tek karikatürü olmasına karşın, dergide imzasız yayımlanan üç karikatürün de ona ait olduğunu düşünüyorum. Bu düşünceye öncelikle, imzalı ile imzasızların çizgilerini karşılaştırarak varıyorum. Üçüncü imza olan Cevad Nurinin,8 Leylâkta beş karikatürü yayımlanmıştır. Baba Himmet (1911), Falaka (1911), Gıdık (1911) ve Karikatür (1914) adlı mizah dergilerinde çizgileri görülür.



V) Osmanlıda İlk Kadın Karikatürcü: Fatma Zehra

Fatma Zehrayla Gelişim Sürecinde Türk Karikatürüne9 çalışırken 1983te karşılaştım, ilk kez. Bu beni çok sevindirmişti. Osmanlı karikatüründe hiç değilse bir kadın karikatürcü vardı. Fatma Zehranın karikatürcülüğü konusunda söz söylemek kolay değil; ancak görebildiğimiz birkaç karikatüründen yola çıkarak 1908 sonrası karikatürümüzde görülebilen bir çizgi dünyasını yansıtıyor. Özellikle 1910-1923 yılları arasında çizerlerin önemli bir bölümü, sanki bir moda ressamı gibi davranır. Sanayi-i Nefise Mektebinde okuyan, öte yandan da Babıâlide kendine yer açmaya çalışan öğrencilerin çizgilerinde kendini gösterir bu tutum. Bu saptama, Fatma Zehra için de geçerlidir.



                                                                                                    Bayan Yanı, Mart-Nisan-Mayıs 2013, Sayı: 3, s. 44-45





Dipnotlar

*) Photoshop: İmam Cici

1) Semih Balcıoğlu - Ferit Öngören, 50 Yılın Türk Mizah ve Karikatürü, T. İş Bankası Kültür Yay., 1. Basım, İst., 1973, s. 121

2) [Haz.: Ferruh Doğan], Tef ve Dünya Karikatüristleri Albümü Çağlayan Yay., Tef Kitapları, Seri No. 1, İst., 1955, s. 32

3) Hakan Alpin, Çizgi Roman Ansiklopedisi, İnkılâp Kitabevi Yay., 1. Basım, İst., 2004, s. 211-212

4) Şefik Memiş - İbrahim Yarış (Haz.:), İstanbulun 100 Karikatüristi, İstanbul 2010 - Avrupa Kültür Başkenti Yay., 2010, s. 93

5) Turgut Çeviker, Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-II / Meşrutiyet Dönemi (1908-1918), Adam Yay., 1. Baskı, İst., Temmuz 1988, s. 123

6) Turgut Çeviker, Karikatürkiye - Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi (1923-2008), NTV Yay., 1. Basım, İst., Ekim 2010, s. 861-862

7) Leylâk, 15 Mayıs 1330 (1914), s. 2

8, 9) Turgut Çeviker, age., s. 122; s. 123


8 Ocak 2013 Salı

Güldiken Günlüğü

Pazar, 23 Aralık 2012
Kadıköy-İstanbul


 Ali Erdoğan ve Kabare Dev Aynası
Sinemaya ve tiyatroya eskisi kadar çok gidemiyorum; özellikle Anadolu yakasına taşındığımdan (1986) beri böyle. Merdivenköy’den Kadıköy’e inince (1992) sanat etkinliklerine biraz daha yaklaşma olanağım oldu. Merkezde oturmanın olanaklarını kullanmaya çalıştım ve bu devam ediyor. Ancak insan bir “oda yayınevi” yönetiyor ve bir de dergi yayımlıyorsa dışarıyla bağları büyük ölçüde kesiliyor. İris Yayınları’yla geçen 13 yılımın bir bakıma özeti bu.
Yayınevini tasfiye ettikten sonar (2003) kendimi kuş gubu hafif hissettim. Yeni bir düzen kurmak zorunluluğuna karşın, bağımsız bir araştırmacı, yazar ve editor olarak çalışmak kişisel hayatıma daha çok zaman ayıracağım anlamına da geliyordu. Kadıköy, Beyoğlu yakasıyla karşılaştırılamayacak olsa bile sanat etkinlikleriyle dolup taşan bir semttir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu ve özel topluluklar Kadıköylülerle dolup taşıyor her gün.
Kadıköy Belediyesi’nin Barış Manço Kültür Merkezi, birçok özel tiyatronun perde açtığı yerdir. Giriş katında çok güzel ve özel modern bir kahvehane var. Dekorasyon, aydınlanma ve müziği; mutfağı, garsonları ve müşterileri gerçekten insanda daima iyi duygular yaratıyor. Kadıköy’e yerleşeli yıllar olmasına karşın, bu mekâna dadanmam Necati Güngör’le buluşmalarım dolayısıyla oldu. Necatiy’le hâlâ –genellikle– burada buluşuyoruz; bazen Mümtaz Arıkan da katılıyor. Birkaç hafta önce yitirdiğimiz Burhan Günel ile de burada buluşmuştuk, Necati’yle birlikte. O son görüşmemiz olmuştu, Burhan ağabeyle.
Ali Erdoğan’ın Kabare Devaynası da Barış Manço Kültür Merkezi’ne demir atan gruplardandır. Ali, sahnelediği oyunları genellikle kendisi yazıyor. Onunla yetinmiyor, mizahi-yergici şiirler yazıyor. Ne de olsa Devekuşu Kabare’den geliyor; yolunun oraya çıkması da boşuna değil kuşkusuz. Kabare Devaynası’nı ilk kez geçen yıl, yaz aylarından birinde Kadıköy Halkevi’nde izleme olanağı bulmuştum. Topluluk, Şakayla Söyler Haldun Taner’i, yazarımızı yitirişimizin 25. yıldönümü dolayısıyla sahneleme inceliğini göstermişti. Kabare Devaynası’nı sahne ışıkları altında ilk kez bu oyunla izlemiştim.
Bu kez, Barış Manço Kültür Merkezi Sahnesi’nde Bize Bir Haller Oldu’yu izledim. Ali Erdoğan’ın yazdığı oyun, küçük bir oyuncu kadrosuyla sahneleniyor. Oyun, Türkiye’nin ve dünyanın içinde bulunduğu yıkımı, küçük insanlar üzerinden yergi diliyle anlatıyor. Bu bir bakıma, bütünüyle değilse de epeyce “erdem”li “eski hayat”ımızı gömen, “erdem”sizliklerle dolu “yeni hayat”ımızı ele alıyor.


Oyunu izlerken, kabare tiyatrosunun Türkiye’deki tarihini ve işlevini düşündüm bir yandan da. Haldun Taner’in kurucusu olduğu Devekuşu Kabere Tiyatrosu, Metin Akpınar ve Zeki Alasya’nın yönetiminde 1992’de hayatını sonlandırdı. Devekuşu Kabere, kurulduğu 1967 yılından başlayarak 12 Mart 1971’e değin en önemli yıllarını yaşadı ve tiyatromuzu derinden etkiledi. Anadolu’ya turneye çıkan eski vodvil gruplarının yerini bu sefer iyi-kötü kabare grupları almıştı. Devekuşu Kabere Tiyatrosu’nun kendini kapatmasından sonra kabare tarzı tiyatro yapan grupların durumu hakkında bir bilgim yok. Ali Erdoğan, ustalarının perdeyi yıkmalarından 9 yıl sonra kuruyor tiyatrosunu ve bugün hâlâ sahnede, ramp ışıkları altında yergisini sürdürüyor.
1990’larda İngiltere’de yeni bir tiyatro akımı kendini gösterdi: in-yer-face theatre (suratına tiyatro veya yüzevurumcu tiyatro) olarak adlandırılıyor. Bu tiyatro anlayışıyla yazılmış oyunları İstanbul’da DOT sahneliyor. Oyunlarda şiddet, cinsellik, uyuşturucu ve cinayet gibi öğeler kendini gösteriyor. İki yıl önce Mısır Apartmanı’nda daha önce konut olarak kullanılan bir mekânda, boşluğa yerleştirilmiş iğreti bir oturma düzeniyle ve odanın bütününün sahne olarak kullanıldığı bir DOT oyunu izlemiş ve sarsılarak çıkmıştım. “Yüzevurumcu tiyatro” bugün dünyaya hızla yayılıyor. Bu yenilik, Berlin’i ikiye bölen duvarın yıkılışıyla başlayan sürecin çocuğudur; tıpkı Yeşiller Hareketi gibi...
12 Eylül Darbesi sonrası İstanbul’da faşizme karşı bütün sanat alanları yeni olanaklar arıyordu. Büyük tiyatrolar televizyon karşısında dayanamamış; devrimci tiyatrolar faşist yönetim karşısında sahne bulamamış; birçok tiyatro sanatçısı tutuklanmış; genç edebiyatçılar fotokopiyle sınırlı sayıda yayımlanan fanzin türü dergiler yayımlamıştı. 
Yazko’dan ayrıldıktan sonra Mustafa Kemal Ağaoğlu, Cihangir’de –bir kültür sanat mekânı olan– BİLSAK’ı kurmuştu. BİLSAK Tiyatro Topluluğu’nun Çehov’dan sahnelediği bir hikâyeyi izlemiştim; Soğan Sokak’taki eski binanın üst katlarının birinde. Dairenin uzun salonunda, duvar çevresince yerleştirilmiş basit sandalyeler ve hatta yerlere oturmuş izleyiciler, salonun ortasında bir Çehov yorumu izliyordu.
Klasik tiyatro mekânlarının eğemenlerce el konulduğu bir dönemde, tiyatrocular yeni mekânlar yaratıyor ve o mekân doğan oyunlarla “karşı” bir tiyatro yaratıyorlardı. 12 Eylül sonrası demokratikleşme sürecinin en tipik ve unutulamayacak mekânlarından biri de Tarlabaşı’ndaki Manastır idi. Tiyatro sahneleri, resim, fotoğraf atölyeleri ve galeriler; bütünüyle sıradışıydı.
1990’larda yeniden biçimlenen sanat ve edebiyatın, dünya ile ortak noktaları olmasının ana nedenlerinin başında kuşkusuz Sovyet komünizminin tasfiyesiydi. Ve bu sürecin ister istemez hızla dünyaya yaydığı “geçmişle yüzleşme” eylemi...
Kabare tarzı tiyatro dünyada daha çok müzikal olarak kendini gösteriyor. Politik kabare tiyatrolarının dünyadaki durumu hakkında bilgim yetersiz; ancak bu tiyatro anlayışının 1960’lardaki biçimiyle varlığını sürdürdüğünü sanmıyorum. Bizde kabare tiyatroları kendilerini yenileyemedi; buna Devekuşu Kabare de dahil. “Eleştiri” gücü önemlidir, onun hangi “araç”larla sonuca ulaştığı da önemlidir. İçerikler, daima yeni bir dil ve biçim ister. Bu yapılamazsa, o “şey”ler eskir ve “söz”ü beklenen “etki”yi göstermez.
Kabare Devaynası’ndan izlediğim ikinci oyun sonunda bu düşüncelere uçuştu belleğimde.














9 Ağustos 2012 Perşembe

Metin Erksan’a veda


Yaşam Hazretleri


Salı, 7.8.2012

Metin Erksan’ı (d. 1929) kaybettik. Nicedir rahatsızdı, bunu biliyordum. Çok uzun yıllardır belki de dışarıya bile çıkmıyordu sanırım. Sinemamızın bir anıtıydı. Yeşilçam sinemasını, tiyatroculardan alıp, sinemacılar dönemini başlatan birkaç büyük ustadan biri oldu. Hem sanat, hem popüler alanda çok özel filmler gerçekleştirdi. Halk ile yaygın bir ilişki kurabilmiş az rastlanır bir sanat sinemacısıydı.

Onu, ortaokul sıralarındayken ilk kez Yılanların Öcü (1962) ile tanıdım. Kuşkusuz henüz oyunculara bakarak film izlediğim çocukluk yıllarındaydım; ancak dönen bir kağnı tekerleği üzerinde beliren jenerikle birlikte farklı bir film izlediğimin ayırdındaydım. İki yıl sonra ise Susuz Yaz (1964) geldi. Çarşamba’da –yanılmıyorsam– Saray Sineması’nda gösterime girmişti. Afişin tepesinde “Metin Erksan” yazıyordu. Bu ismin, yeni bir “artist” olduğunu sanmıştım. Kenarda “Reji” diye de yazıyordu, ancak, “rejisör”ün adının afişin tepesine yazıldığını daha önce hiç görmemiştim... Hülya Koçyiğit ile Ulvi Doğan’ın da ilk filmiydi. Bu alışılmadık durumlar, beni düşündürüyor ve ilgimi artırıyordu... Filmi izlediğimde o çocuk aklımla büyülenmiştim. Yılanların Öcü’nden aldığım tada benzer bir şeydi bu. Fakat bu iki filmin “rejisör”leri arasında bir ilişki kurabilecek durumda değildim henüz.

Susuz Yaz, Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kazanınca kıyamet kopmuştu. Eve Milliyet gazetesi alınıyordu; bu nedenle Susuz Yaz’ın başarılarını ve yaratıcıları üzerine yazılan her şeyi izleyebiliyordum. İşte bu sırada Metin Erksan’ın Yılanların Öcü’nün de yönetmeni olduğunu öğrenmiştim. Bu bağlamda benim “yönetmen kültürü”m, Erksan ile başlar.

1964’de ortaokul ikinci sınıftaydım. Haftanın neredeyse her gün olan Türkçe derslerinden birisi “kompozusyon yazma”ya ayrılırdı. Türkçe dersinde ele alınan edebi metnin içinde geçen “az bilinen” ve/ya “yabancı” sözcüklerin içinde kullanılacağı bir “kompozisyon” yazılırdı. Edebi metnin içinde geçen yabancı sözcükler arasında “festival” sözcüğü de yer alıyordu. Susuz Yaz’ın Berlin’deki başarısı dolayısıyla gazete haberlerinde sık sık “festival” sözcüğüyle karşılaşmıştım. Kompozisyonumu, Susuz Yaz üzerine kurdum. Aynı derste kompozisyonların birkaç tanesi öğretmenimiz tarafından okutturuluyordu. Şanslıydım; şimdi adını anımsayamadığım (Turhal veya Suluovalı) bayan öğretmenimiz “kompozisyon”umu okumamı istemişti. Hem sınıf arkadaşlarım, hem de öğretmenim beğenmişti yazımı. Beğenmekle kalmayıp şöyle demişti: “Turgut, sen yazı yaz”!1

Öğretmenimin yazma önerisi geldiğinde, ben genel olarak “sanat” ile ilgilenmeye kararımı vermiştim. Bu öneri, benim için “derin” bir destekti. Bu nedenle öğretmenime hâlâ müteşekkirim.

1975’te Yeşilçam’da yönetmen yardımcısı olarak çalıştığım sırada ev arkadaşım görüntü yönetmeni Çetin Tunca’nın yardımcısı Mahmut Yumuşak’ı, sete ziyarete gitmiştim. Mekân Haydarpaşa Garı; filmin adı Müthiş Bir Tren (Sait Faik’in dense de, onun çevirdiği bir yabancı hikâye olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı); yönetmen ise Metin Erksan idi. 




Ev arkadaşım Mahmut’u değil de, Metin Erksan’ı ziyarete gitmiştim aslında... O günün anısına Mahmut’un çektiği, silik de olsa bir fotoğraf var elimde. Şimdi bu fotoğrafa baktığımda “tren”in değil de “zaman”ın ne müthiş bir şey olduğunu düşünmeden edemiyorum.

Metin Erksan’ı tanımak ve dostluğunu kazanmak benim için daima büyük bir sevinç kaynağı olmuştur. Yapıtları ve anısı daima yaşasın, yaşatalım.




1) İlkokulda bu dersin adı “tahrir” idi. Yeşilırmak İlkokulu 5. sınıfında Rıdvan Özdemir’in öğrencisiydim. Bu “tahrir” derslerinde bazı konular (ya da temalar) verilerek hikâyemsi bir metin yazmamız istenirdi. Diyelim ki, “şubat tatili” sonrası ilk “tahrir”de tatil, yazı konusu olarak karşımıza çıkabiliyordu. Derslerden birinde “gurbet” teması üzerine yazmamız istenmişti. 
Sanırım o yıl büyük ağabeyim Muammer, Trabzon Lisesi’ne yatılı okumaya gitmişti. Biz kardeşler için bu ilk “gurbet”ti... “Ayrılık” kavramıyla, 4-7 yaşlarımı geçirdiğim İstasyon Mahallesi’nde karşılamıştım. Tren, evimizin 3-5 metre ötesinden geçiyordu. Özellikle asker uğurlamalarındaki kalabalık “ayrılık sahneleri” beni etkilerdi. Tahrir dersinde karşıma çıkan “gurbet” teması üzerine yazdığım hikâyemsi metnin başlığına, “Gurbet treni” demiştim. Bu, sanırım trenyolunda geçirdiğim çocukluk yıllarında belleğime kazınmış hüzünlü fotoğrafların etkisiyle olmuştu...

10 Kasım 2011 Perşembe

Komşu Sesleri


Yaşam Hazretleri



Perşembe, 10 Kasım 2011
Oturduğum bina, üç girişi olan dört katlı, yatay uzun bir bina. 1960’larda yapıldığını sanıyorum. Dairem, orta bölümün üçüncü katında. Sağ bloktaki daire komşumu sadece seslerinden tanıyorum. Televizyon ya da müzik aletlerini yüksek sesle izlemiyor, dinlemiyorlar. Gürültücü bir aile olduğunu söyleyemem; bu bakımdan da rahatım. Ancak, uzak aralarla da olsa, çok geç saatlerde karı-koca arasında söz dalaşı oluyor. Konuşmalardan evde bir de bebek veya küçük bir çocuk olduğu anlaşılıyor. Daha çok kadının baskın sesi ulaşıyor kulaklarıma. Kocası az da olsa yanıtlıyor onu.  

Dün kitap okurken komşumdan sesler yükselmeye başladı. Saat sabahın 05:00’i olmuş karı-koca atışıyor. Sesler her zamankinden daha yüksek çıkıyordu; bir tanıklık yapmak istedim ve not aldım:

Kadın– Okudum da ne oldu?
– ...
Kadın– Sevgilim bana mesaj atmazken, elaleme mektup yazıyor!
– ...

Belli ki, koca internetin başında.

Kadın– Bana böyle davranabilmen için ben sana ne yaptım?

Kadın bu sözleri iki kez yineliyor ve sonra daha yüksek bir sesle:

Kadın– Yaklaşma bana, diye bağırıyor.

Sabahın 07:00’sine değin bu dalaşma, kısa ve uzun aralarla sürüyor.

Aziz Nesin’inin oyunlarından birinde komşu seslere çok yer verilir. Öldürsene Canikom, Tut Elimden Rovni veya Çicu’da, tam olarak anımsayamıyorum hangisinde olduğunu. Oyuna “cuk oturuyor”du komşu dalaşmaları.

Kitabımı kapatıyorum.
Önce salonun penceresini açıyor, sonra –arkada– kapalı balkon penceresini açıyorum. Pencereden arka bahçedeki çınar ağacına bakıyorum. Çoğu dökülmüş solgun yaprakların üşüttüğü o eski çınara bakıyorum. Bir ağacın yapraksız yaşayacağı yalnız ve soğuk günleri düşünerek derin bir nefes alıyorum yeni günden ve uyumayı umarak odama çekiliyorum.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Yemek Üzerine Bir Alıntı

Yaşam Hazretleri


Çarşamba, 9 Kasım 2011
Yayına hazırladığım –önümüzdeki haftalarda satışa sunulacak olan– Francesca Rigotti’nin Mutfaktaki Felsefe (Çiya Yayınları) adlı sıradışı kitabından sevdiğim bir alıntıyı paylaşmak istiyorum: 

“Eğer biri hayatta, profesyonel bir aşçı olmayı iddia etmeden mutfakta bazı görevler alabiliyorsa, edebiyat geleneğinde bu kişi, yemek yapma ve konuşma eylemlerinin gerektirdiği davranışlara sahip olan biridir.”

1980 öncesi Ankara'da Strazburg Caddesi'ndeki evimizde bir akşam yemeği sırasında kapı çalınmıştı. Konuk, karşı komşunun babasıydı. Oğlunu evde bulamayınca, bizde beklemek istediğini söylemişti. Eve buyur etmiş, salonda kaltuğa oturtmuştuk. Evde üç kişiydik, ben, Resai Okutan ve İlhami Çığrı... Birlikte akşam yemeğini hazırlıyorduk. Resai, bakırdan özel olarak yapılmış tavasıyla hamsi pişiriyordu. Biz de salata ve diğer donanımlarla uğraşıyorduk. 

Komşumuzun babasını da davet ettik hamsiye; ancak karnının aç olmadığını söyleyerek bize teşekkür etmişti. Evin üç sakini hamsileri götürürken, konuk amca söz alarak şöyle demişti:

"Evlâtler, sizi sevinerek izliyorum... Aferin size... Yemek yapmasını bilen, mutlu olur."