31 Ekim 2011 Pazartesi

Kandilli’de Kahvaltı

Yaşam Hazretleri




Cumartesi, 22.10.2011
Bu sabah Piyâle’nin (Madra) konuklarından biri de bendim. Diğer konuklar Nora Şeni, Mukaddes-Alp Orçun, Elif-Tan Oral ve Meral-Cemal Erez çiftiydi. İki hafta önce Çiçek Pasajı’nda, Seviç’te aynı kadro buluşmuş, güzel bir akşam geçirmiştik. Kandilli buluşması o akşam kararlaştırılmıştı. Dün gece sabahladığım için, erkenden kalkamadım; saat 09.30’da çıkabildim evden ve bir taksiyle Kandilli’ye attım kendimi.

Hava kapalıydı. Belki sabah olduğu için... Taksici, doğma büyüme İstanbullu olduğunu söylüyordu. Bütün Anadolu’yu iş icabı gezdiğini, o yerleri neredeyse ayrıntılara varıncaya değen anımsadığını söylüyordu. İşini sorduğumda söylemek istemedi, doğrusu merak ettim. İnsan işini hangi durumlarda söylemek istemez? Neyse, tatlı bir sohbet sonucu beni eliyle koymuş gibi Piyâle’nin sokağına bıraktı.

Üç katlı, –modern bir biçimde yenilenmiş– dıştan ahşap görünümlü eski bir Kandilli eviydi, aradığım. İskeleye doğru akan dar sokakta kaldırım ustaları çalışıyordu harıl harıl. Bu tür bir görüntüyle nicedir karşılaşmıyordum. Çocukluğumda Çarşamba’daki (Samsun) kaldırım yenilemelerini anımsıyorum. Gece gündüz çalışıp işi bitirirlerdi. Ustalarının bir ellerinde tokmak, diğerinde kesme taş olurdu. Taş, kum zeminde yerline oturtulur, tokmakla yerleştriler ve diğer elle taşın çevresi kumla kapatılırdı. Bu hareketi öyle bir ustalıkla ve hızla yaparlardı ki, o an’a bayılırdım. Sonra yenisi için aynı hareketler gelirdi. Onları izlemek hoşuma giderdi. Türkiye yollarını şimdi asvalt, beton ve granit taşlarla döşüyor; kesme taşlar ise, Kandilli gibi eski mimarinin korunmaya(!) çalışıldığı sokaklarda bir “nostalji” unsuru olarak kullanılıyor.

Zile basıp bekliyorum. Böyle bir an’ı en son ne zaman yaşamıştım? Görünüşte de olsa ahşap bir evin kapısı önündeydim... Kapı açılacağına, üst kattan ev sahibi bakıyor –eski zamanlarda olduğu gibi– ve sonra “misafir”ini karşılıyor. Beni eski yıllara taşıyan bu an’dı. Bu an’ın, İstanbul’da ve Kandilli’de oluşu ise daha çok etkiliyor ve sevindiriyordu beni. Böyle bir an’ı yaşamış olmaktan zevk alıyordum.

Piyâle, üst kata yöneltiyor beni. Ahşap yerine kurulmuş beton ve trabzansız merdivenden ağır ağır çıkıyorum. Büyük bir salona giriyor ve olduğum yeri etrafımda dönerek tanımaya çalışıyorum. Sonra ellerimi yıkamak istiyorum. Lavabo tarafında yatak odası dışında bir odanın da olduğunu fark ediyorum. Epeyce büyük bir ev. Salon modern bir biçimde döşenmiş, duvarlarda resim yok. Lavaboya açılan boşluğun köşesinde bir yükselti üzerinde büyükçe bir tuval resmi görüyorum. Çok ilgimi çekiyor bu resim. Salonun arka bahçeye bakan geniş bir balkonu var. Balkona bakan köşede Piyâle’nin kocaman ahşap bir masası duruyor. Büyük duvarın önünde ise oturma takımı yerleşmiş, orta masada kahvaltılıklar “misafir”lerini bekliyor.

İlk gelenin ben olduğuma şaşırıyorum. Saat 10:00. Kısa bir süre sonra Nora Şeni telefon ediyor; İzmir’den. Uçmak üzeriymiş, yetişecekmiş kahvaltıya... Balkona çıkıyorum. Piyale de geliyor. Bana biraz evi ve bahçeyi anlatıyor. Büyük bir bahçe olmamasına karşın kaç çeşit meyve var. Şaşırıyorum. Bu bahçe, ağaçlarıyla birlikte korunuyormuş. Kesilemez ve bina yapılamazmış. Dilerim öyle olur. Piyâle’ye kızı Esme’yi soruyorum. Ayrı evde oturduğunu söylüyor. Bu aralar arkadaşlarıyla birlikte tiyatro yapıyormuş. Beyoğlu’nda İkinci Kat’ın ekiplerinden Serbestbölge’de “Yok oğlum, biz evdeyiz” adlı oyunda oynuyormuş.

Meral-Cemal Erez ile Elif-Tan birlikte geliyor. (Onlar Galatasaray’da, Yeni Mahalle’de aynı binada oturuyorlar.) Ev şenleniyor. Elif, bana İzmir Life dergisini getirmiş; benimle yaptığı söyleşi var içinde. Seviniyorum. Piyâle, çayları getiriyor. Başlıyoruz. Ziyafet sofrası gibi. Bir yandan konuşuyor, bir yandan kahvaltı ediyoruz. Nicedir böyle kalabalık bir kahvaltı sofrasında olmadım. Tek başına yaşadığım için, evlerde kalablık sahnelerden hoşlanıyorum. Sanırım bir aile duygusu yaratıyor bende. Birkaç saatimiz böyle sofra başında geçiyor. Kapı zili çalıyor. Geciken “misafer”ler diye düşünüyoruz...

Evet, öyle oluyor. Nora Şeni, Mukaddes-Alp Orçun giriyor salona. Onlara sofrada yer açıyoruz. Mukaddes Hanım, mutfağa gidiyor. Bir süre sonra bir koku beni oraya çekiyor. Mukaddes Hanım, mısır ekmeği pişirmesin mi? Söz sözü açıyor ve onun Ünyeli olduğunu öğreniyorum. Ferhan’dan (Şensoy), Ünyeli annesinden, Gürcü yemeklerinden söz açılıyor. Mukaddes Hanım, bir zamanların Milliyet gazetesinde Ali Gevgilli’nin sekreterliğini yaparmış. Fırın unundan yapılmış mısır ekmeği tavada kızarıyor. Ali Gevgili’nin sağlık durumunu soruyorum; yatağa bağlı olarak Amerika’da kızı ile oğlunun yanında olduğunu, eşini kaybettiğini söylüyor. Arada bir telefon ile de görüştüklerini ekliyor eşi Alp Bey ile birlikte. Ali Gevgili’nin kızı –şair– Elif ile birlikte Ultra Ajans’ta çalışmıştık 1986’da. Askerden yeni gelmiştim. Ajansın ortaklarından Salih Ecer bana çalışma olanağı yaratmıştı (toplam 8 ay).

Oturup mısır ekmeğinin de katıldığı kahvaltıyı sürdürdürüyoruz; ama daha çok da yeni gelen “misafirler”in kahvaltılarını izlemek durumunda kalıyoruz. Nora Şeni, 2 Kasım’da Fransız-Anadolu Araştırmaları Merkezi Enstitüsü’nün sezon açılışı anısına –Fransız Sarayı’nda– verilecek kokteyle davet ediyor, hepimizi... Birden bire Piyâle’nin annesi Suzan Hanım beliriyor odada; elinde bir börek tepsisiyle sanki yukarıdan aşağıya bir melek gibi inmiş fark etmemişiz. Sandalyeye oturuyor ve bir süre sohbet ediyoruz onunla. Piyâle, annesinin burnundan düşmüş desem yeridir. Hani derlerya, tam bir “İstanbul Hanımefendisi”, aynen öyle Suzan Hanım. Günler görmüş gibi oluyoruz onunla oturduğumuz dakikalarda... Yoğurtlu böreğin tarifi ve yapılışı soruluyor. Basit bir börek olduğunu söylüyor ve tarifi veriyor. Bir yandan da böreğin tadını bakıyoruz. Sanki biraz pizza gibi. Böreğin istediği gibi düşmediğini söylese de beğendiğimizi söylüyoruz. Sonra birden bire Suzan Hanım kayboluyor.

Piyâle bizi üst kata, eski ahşap evlerin tepesine kondurulan odaya çıkarıyor. Piyâle’nin asıl çalışma odasının burası olduğunu anlıyoruz. Masa, kitaplar, kâğıtlar, kartonlar, kalemler, boyalar ve tabii Piknikler, Ademler, Havvalar... Bir köşede üç cilt üst üste kitabımı, Karikatürkiye’yi görüyorum; bu güzel bir duygu yaratıyor bende. Odanın küçük balkonuna çıkıyoruz. Oradan, –daha yüksekten bakıyoruz bu sefer– bahçeye, ağaçlara. Tabii uzakta boğaz görülüyor. Çeşit çeşit ağaç dallarının ardından güzel görülüyor boğaz. Sanki bir Hoca Ali Rıza suluboyası gibi diyeceğim, ama inanmayacaksınız. Gerçekten öyle. 

Bu tür odaların, eski ahşap evlerin en nazlı çocuklarına verildiğini romanlardan ve filmlerden bildiğimi söyleyebilirim. Bu eski evlerde son nokta, “tavanarası” olurdu. Modernize edilen ahşap evler bilmem ki, hep böyle “tavanarasız” mı oluyor? Bu duygularla inerken, salonun arkaya açılan kapısız geçidin köşesindeki pufun üstünde –sanki tavanarasındaymış gibi– duran tual resmini fark ediyorum– Piyâle’nin masa koltuğunda duran çantamı almaya giderken. Çantamı omzuma çapraz olarak asarken resme doğru yaklaşıyordum. Arkadaşlar bu sırada aşağıya doğru merdivenlerden iniyordu. Resim, sanki biraz sonra oradan alınacakmış gibi iğreti bir biçimde –sırtını duvara dayamış olarak– duruyordu. Yaklaşıp bakıyorum. Eski bir zamandan kalma gibiydi. İlk görüşümde biraz Fikret Muallâ gibi geldi bana, ama değildi. Bu sefer onda biraz Komet marifeti görmüştüm. Çok ustaca yapılmış bir resimdi bu.Piyâle resmi niçin bırakmış? Şaşırıyorum! Piyâle’nin karikütürümüzü çok zenginleştiren bir dünya kurduğunu biliyorum. Buna rağmen söylüyorum bunları. 

Piyâle Madra

Sonra çıkıyoruz sokağa... Evden çıktığımda, Çarşamba’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda bulunduğum ahşap evleri düşünüyorum. Yürürken ses çıkaran döşemeleri, ahşabın kokusunu, rüzgârın evin içinden geçişini. Ağaç kurtlarının “cırt cırt” diye diye sonsuza değin çıkarttıkları sesleri. İnsan bedenine yazın armağan ettiği doyumsuz serinliği ve her şeyi... Yenilenmiş olanlar kışın kalorifer, yazın ise klimayla serinliyorlar. O sahici mekânları tanımış olan zihnim; modernize edilmiş eski bir ahşap evden kayarak geçip gidiyor...

Kandilli sırtlarında yürüyüşe koyuluyoruz... Piyâle, mihmandarımız. Dar ve biçimsiz yollardan, patikalardan yukarılara doğru tırmanıyoruz... Denizi gören bir köşe buluyorum. Yüzünü göremediğimiz beton bir evin terası olmalı. Günün ilk fotoğrafını, “Kandilli’de kahvaltı anısı" belgelensin istiyorum. Ali Bey atılıyor, incelik gösterip çekiyor fotoğrafımızı. Yanımızdan ayrılmayan mahallenin köpeği de katılıyor bize. Meral onu okşarken çıkıyor. Bu noktadan Boğaz’a bakıyoruz... Manzara büyüleyici... Bu zeminden çıkıp yürürken sağ tarafımızdaki duvarın üstünde yükselen tel kafesin ardından manzarayı bu sefer ben çekiyorum. Bu ilginç, farklı bir görüntü oluşturuyor.

Piyâle Madra, Tan-Elif Oral, Nora Şeni, Meral-Cemal Erez, Mukaddes Orçun, Turgut Çeviker > Fotoğraf: Alp Orçun

Kandili'den Kafes Ardından Boğaz'a Bakış

Piyâle, –şimdi Açık Radyo’nun yönetmeni olan– Ömer’le (Madra) evliyken Ankara’dan İstanbul’a taşındıklarında bu mahallede oturmuşlar. Büyük gösterişli siteler işgal etmiş Kandilli sırtlarını; bir değil, iki değil. Arada şöyle bir kucak büyüklüğünde boşluklar var; belli ki, oradaki haneler yanmış ve yerleri boş kalmış! Bunca binaya karşın Kandilli ağaçlarla örülü; meyveli, meyvesiz... Çiçekler ve kendilerini yükseklerden aşağılara doğru bırakmış sarmaşıklar. Hepsinin kokusu burnunuza ulaşıyor.

Sokaklar ecüş bücüş desem yeridir; böyle olduğu halde etrafa sıralanmış otomobiller paha biçilmez! Sakin sokaklar, sanki terk edilmiş gibi... Hava sabaha göre daha iyi, ama yine de fotoğraf için yeterince ışık yok. Bu nedenle şanssız bir gün... Yerlerde kurumuş yapraklar, Kandilli’yi adımlarken etkiliyor beni... Kurumuş yaprakların hışırtıları bir sonbahar müziği gibi içime işliyor... İstanbul’da ne zaman böyle eski bir semtte dolaşsam kendimi iyi hissettiğim kadar kötü de hisssederim... Bu kentin görmediğim, yaşayamadığım daha güzel, daha alımlı ve daha şiirli zamanlarını düşünürek üzülürüm. İstanbul bizim yurdumuz; edebiyatımızın sonsuz başkentidir. Bu nedenle ona yapılmış bütün kıyıcılıklar beni kahreder...    

Piyâle diyorki, bazı sitelere, geniş bahçeli yüksek kurulmuş binalara bakarak; “Biz geldiğimizde buralarda bostanlar vardı. Sebzelerimizi gelip onlardan alırdık. Salatalık mı, maydanoz mu, domates mi, ne gerekiyorsa vardı. Koyunlar, inekler, tavuklar bir çiflik gibiydi…

Piyâle ile Ömer’in ilk oturdukları iki katlı ahşap evin önüne geldiğimizde hep birlikte duruyor ve şöyle bir eve bakıyoruz. Evin üzerinde “kiralık” levhası var. Ona da –ikinci derecede tarihi ev olarak– modern modern nokunulmuş! Ancak, pasaklı bir çocuğu andırıyor. Kirlenmiş yüzü gözü. Ciddi bir onarım istiyor belli ki. Mahallenin köpeği yine yanımızda. O da bakıyor eve. Köpeklerin kulaklarına işaretler konulduktan sonra sanki daha uysallaştılar! Ya da, bizler o işareti gördüğümüzde onlara karşı ön yargılarımızdan kolayca sıyrılıyoruz. Şu varki, 1990 sonrası İstanbul’da ve Türkiye’de –insan sevgisinin tersine– hayvan sevgisinde somut, gözle görülür bir ilerleme oldu!

Biraz daha yukarıya tırmandığımızda eski Kandilli Kız Lisesi’ne ulaşıyoruz. Binanın arka tarafından geldiğimiz için, önce bahçedeki o dev direkte dalgalanan bayrağı görüyoruz. Boğaz Köprüsü’nden fark edilen birkaç bayraktan biri de buymuş demek… Binanın yan tarafı, servis kapısı; bir ikmal vasıtasından bir şeyler taşıyor çalışanlar vb. Açık olan bahçe kapısından içeri giriyor ve binayla burun buruna geliyoruz: İşte eski Kandilli Kız Lisesi; eski romanlarımızın, özellikle kadın romancılarımızın "hıçkırıklı" ana mekânlarından biri olan Kandilli Kız Lisesi. Şimdi ise şu: Sabancı Eğitim ve Kültür Vakfı. Bina ve özellikle görüş açısı muhteşem. Hele soldan aşağıya denize doğru, ana kapıya inen yol… Ve oradan, derinlerde duran dizi dizi yalıların görünüşü… Nora Şeni uyarıyor beni makinemle “poz” ararken… “Bak şu derinliği çek” diyor; “zumun var mı?” diye ekliyor. “Bu pratik makinelerde zum olmadığını söylüyorum ve hemen “manzara”yı çikmeye yöneliyorum.

Bahçedeki görevliler, bizleri iyi ve meraklı gözlerle izliyor. Sonra dönüşe geçiyoruz. Piyâle bizi farklı yollardan evinin sokağına indirmek için öne geçiyor. Mahallenin köpeği kuyruk sallayarak ve süt dökmüş bir kedi gibi yanımızda yürüyor. Sanki bizden birinin köpeği gibi hissediyor kendini… Tan Oral, biraz dikçe bir patikadan aşağı inerken, sol duvarı donatmış sarmaşıklardan etkileniyor ve onlardan birkaç dal koparıp boynuna sarıyor. Ben eşi Elif’e armağan edeceğini sanıyorum, ancak yanılıyorum. Sarmaşıklarla oynuyor, sonar bana güzel bir poz veriyor.

Meral Erez, Piyâle Madra, Tan Oral, Nora Şeni, Alp Orçun, arkada Cemal Edez


Yaklaşık bir saat süren Kandilli sırtlarındaki bu gezi sırasında, yakılmış, yıkılmış, çökmüş, çürümüş eski Kandilli’nin izlerine hâlâ tanık oluyoruz. Hâlâ varlıklı ya da meraklı bir sahibi bekleyen küçük ahşap evler... En modern taş, beton, perforje ya da tel örgü duvarlar görüyoruz; ama ahşap, basit ve fakat olağanüstü etkileyici sıradan köy duvarları ve kapıları da var. Sanırsınız ki, uzak bir Anadolu’da köyü... İstanbul veya herhangi bir modern şehir, içinde ilkel olanı da barındırıyor; birçok konuda olduğu gibi!

Dönüş yolumuz, ister istemez yokuş aşağıya oluyor. Bu durum –her an– Boğaz’lı bir manzara armağan ediyor, bizlere... Sanki köprünün üstünden bakıyor gibiyiz. Güneş tepemizde olduğu halde, cimriliği hâlâ sürüyor. Piyâle’nin Kurtbaşlar sokağına geldiğimizde duruyoruz. Artık ayrılık vaktiydi. Meral-Cemal Erez, Elif-Tan Oral’ın arabasıyla yola çıkacaktı. Bu duraklama sırasında mahellenin köpeği de bizi dinliyordu.. Herkes yerli yerine yönelirken o tek başına orada kala kalıyor.

Ben Kadıköy’e, Nora Şeni Üsküdar üzerinden Beşiktaş’a yol alacaktık. Piyâle ile vedalaşıp, Nora Hanım ile İskele’ye doğru yöneliyoruz. Onun ayakkabıları –kısa da olsa– yüksek topuk olduğu için kaldırım taşları üzerinde yürümesi güç oluyordu, fakat hiç şikâyetçi değildi. Bu kendiliğinden oluşmuş yolları seviyordu. Yaşadığı Paris’in modern ve her şeyiyle düşünülerek yapılmış düzgün yollarından sonar Kandilli’nin patikaları ona iyi gelmişti.

İskele’de bekleyen bir vapur yoktu. Köşede mangal başındaki balıkçılara sorduğumuzda, görevli odasını işaret ediyorlar. Kapıyı çalıyorum, bir süre sonra yemek sofrasından kalktığı anlaşılan bir görevli çıkıyor karşımıza. Bugün vapurun olmadığını söylüyor. İskeleye bakan çay bahçesine oturup birer çay içmeye karar veriyoruz. Nora Hanım, gazeteleri karıştırıyor bir yandan. Burada çay içerek Boğaz’a bakmak ayrı bir sevinç oluyor. Keşke bir vapur yolculuğuyla ayrılabilseydik Kandilli’den; “manzaraya tüy dikebilmek için”.


30 Ekim 2011 Pazar

“Kerem Gibi”


Yaşam Hazretleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Pazar, 12 Aralık 2010

Bugün Dostlar Tiyatrosu’nda Kerem Gibi’yi izledim. Nâzım Hikmet’in şiirlerinden kurgulayan, oynayan ve yöneten Genco Erkal. Bu gösteriyi, ilk sahnelenişinde, –Şişli’de Ümit Tiyatrosu’nda– 1975’te izlemiştim. Aradan 35 yıl sonra, aynı oyuncu ve aynı yönetmenden yeniden izlemek olağanüstüydü... Hem tiyatronun teknolojiyle ilişkisi bağlamında iyi bir fikir veriyor, hem de, 35 yıl boyunca kendini geliştirmiş, düşünce dünyasından sapmamış bir sahne adamının tutumunu da kanıtlıyor. Nâzım, kuşkusuz büyük bir şair ve büyük bir öğünç kaynağımız; ancak Genco Erkal da öyle. Onlarla ne kadar öğünsek azdır. Ne mutlu bize, ne mutlu dünyaya ki, Nâzım ve Genco var.
Genco Erkal beni davet etti, ben de iki arkadaşımı (Köksal Zerey ve Aziz Gültekin) davet ettim ve birlikte mutlu bir pazar günü geçirdik, Karaca Tiyatro’da. Oyundan sonra çoğunluğu öğrenci kızlar, onu kuliste ziyaret etmek için bekliyordu. Bir süre sonra onlar çıktı, tam kulise yönelecekken, Dostlar’ın müdürü Ahmet Kaya’yı gördüm, birlikte kulise gittik. Ve Genco Erkal ile karşılaştık. Tokalaştık. Kutladım onu. Sanki iki eski arkadaşmış gibi kucaklaştık. Çok güzel, benim için daima saklanacak bir an’dı bu.
“35 yıl önceyle karşılaştırdın mı?” dedi, hemen. Evet, dedim ve düşüncelerimi anlattım. O ilk denemenin de çok güzel olduğunu belirttim. Ayaküstü de olsa “Abdülcanbaz Sahnede”nin ana çizgilerinden söz açtım. Bugüne değin yapılmış 4 oyunun metinleri, görsel malzemeleri, müziği ve basın dosyalarından seçmeeler içerecek kitap, dedim. Dostlar’ın arşivinde basında çıkanlar 3 klasörü dolduruyormuş.  Arif Erkin’i aramamı anımsattı ve görüşmek dileğiyle ayrıldım.
         Genco Erkal'in ömrü her zaman daim olsun.

Hico’nun Karikatürleri


Güldiken Günlüğü




17 Aralık 2010
 “Hico” imzasını kullanan Hicabi Demirci, bugün Radikal’de vinyet ve resimlemeler çiziyor. Yakın bir zamana değin Milliyet’in eklerinde karikatür çiziyordu. İkinci albümü Karikatürler (Tudem - Desen Yayınları, 2010) yeni geçti elime. 22,5x28cm. boyutlarında tümüyle renkli basılmış bir karkatür albümü.

Hico’nun işlerini 1990’larda gördüm ilk kez, Milliyet’e çizdiği sıralarda. O zamanlar Milliyet Sanat Dergisi’ne veya Bedri Koraman ya da Ercan Akyol’a gittiğimde, karşılaşırdım. Kendinden çok, karikatürlerini görürdüm... Sanki, karikatürlerinden fırlamış gibiydi. Çizerlerin yarattığı tiplere benzemesi kuşkusuz çok eski bir durumdur. Beni etkileyen bir örtüşme bu. (Turhan Selçuk da böyle değil midir, özellikle Abdülcanbaz’ın da.) Bu iyi bir şey midir? Evet... Çizgi, çizerinin giysisidir bir bakıma. Çizerin kişiliği, son tahlilde işine mühürünü vurur. 
Demirci’nin çizgi dünyası, ilgimi çeken birkaç önemli “durum” ve “sorun”u düşünmeme yol açtı yeniden. Biraz önce değindiğim bir “durum” idi; ikincisi ise bir “sorun” olarak dikkatimi çekiyor: Soğukluk ve buna bağlı olarak uzaklık.
Hico, modern bir karikatürcü. Albümdeki karikatürlerinde tek bir sözcük yok. Mizahı, çizginin eğiliminde arıyor. Yalın bir çizgiyi benimsemiş; renkli işlerinde bile bu kendini gösteriyor. Karikatürlerini bilgisayarda çiziyor ve çok ustaca renklendiriyor. Bilgisayarda çizerek bir biçem yaratabilmek, özellikle renklendirmede kolay bir iş değil. Hico’nun işleri, insanda neredeyse elle çizilmiş, fotoşopta renklendirilmiş duygusu veriyor. Ama öyle değil; çizgiyi çeken belli ki, maus! Buna karşı değilim ve Hico’nun işlerini çok ustaca buluyorum. Fakat, gazetelerin magazin eklerinde çizmek durumunda kaldığı için, siyasal olandan uzak bir karikatüre yönelmiş. Albüm, birkaçı dışta tutulursa fantazi ve hayatın çeşitli alanlarında geziniyor. Gazetelerin pazar ekleri için bulunmaz karikatürler!
Hico’nun o yalın çizgi ve usta renklendirmeyle yarattığı insanlar, sanki yaşamıyorlar... Tipleri, genellikle “göz”süz. Soğukluğu yaratan bu mu diye düşündürdü beni; ne ki, “göz”lü karikatürler de “sıcak” değildi. Karikatürlerdeki soğukluk, alımlayıcıyla arasına bir uzaklık koyuyor.
Bu sözlerden sonra etkileyiçi bir karikatürden söz açacağım: Bir şişko (zengin) adam, sol eliyle önündeki pankart tutan işçiye ekmek, sağ eliyle arkasındaki Robocop’un köpeğine sosis veriyor... Albümdeki bunca soğuk ve uzak karikatürün arasında aynı çizgi ve biçemle oluşturulmuş bir karikatür bu. İçerik insanca bir konuya yöneldiğinde, karikatür yaşayan bir varlığa dönüşüyor... Bu karikatür, Hico’nun albümünü işgal etmiş onlarca işi unutturan ve seçkilere layık bir karikatür olarak parıldıyor. Bu kadar değilse de, birkaç karikatür daha var bu kitabın yumuşak doğasına aykırı.
Albüm, yüz küsür karikatür içeriyor. Bunların önemli bir bölümü intihar, ıssız ada, hırsız-polis gibi beylik magazin temaları etrafında dönüyor. Diyorum ki, bugünün modern karikatürcüsü artık bu 1950’lerin, hatta daha eskilerin temalarıyla uğraşmamalı. Gazete eklerine mi çizmek zorunda, öyleyse orada yeni bir magazin karikatürü yaratmayı hayal edebilmeli. Tekrarın tekrarı, çizeri öldürüyor. Oysa albümde Hico’nun ne denli etkili işler de yapabileceğinin örnekleri var.

Hico, tipik bir Kuzey Avrupa karikatürü kurmuş. Birçoğunu inceleme olanağı bulduğum kuzeyin soğuk ülkelerinin mizah dergilerinden tanıdığım tipler ve onların oluşturduğu karikatürler. Hayattan uzak, yaşamayan karikatürler. Bu çizgi dünyasının, bir ölçüde Orta Avrupalı Miroslav Barták’tan etkilendiğini düşünüyorum... O da soğuktur, ancak esprileri insan ve toplumdan kopuk değildir. Barták, felsefeye yakındır. Hico’nun, çizgi dünyasının temelinde canlandırma sineması estetiği de var. Bir dönem canlandırma stüdyolarında çalışş, hatta bir kısa film çekmiş. Karikatürler, neredeyse asetat üzerine çizilip boyanan resimler gibi duruyor. Canlandırma filmleri, hayatın soyut ve soğuk kopyalarıdır. Bu deneyim, karikatürcü için bir bataklığa da dönüşebilir. Türkiye’de 1960-75 arasında çok önemli karikatürcülerimiz da canlandırma filmleri çizdi; hem reklam, hem sanat alanı için. Hico’da karşıma çıkan estetik sorunları onlarda görmedim.
Epeyce yukarıda, çizerimizin çizgi ve biçemi ile kişiliği arasında bir ilişki kurmuş, bunun kötü bir şey olmadığın söylemiştim. Biraz önce ise bu çizgi dünyasını etki kaynaklarından söz açıyor ve eleştirmeye kalkıyorum. Evet, öyle... Bunda bir çelişki yok. Fakat, Hico’nun çizgi dünyası ile işleri arasında bir çelişki var gibi... Hico’nun çizgi dünyası hem kendinden, hem de dışsal etkilerden oluşmuş... Öyleyse burada bir savaş verilmeli. Çizerimiz, bu savaşı vermeye niyetli mi? 
Şu var ki, yetenekli bir çizer Hicabi Demirci; ancak kendini geliştirmeli. Büyük karikatürcüler –ya da görkemli çizgi ve biçemler– çağı, bilgisayarla ölmüştür.

Turhan Selçuk


Güldiken Günlüğü



Çarşamba, 15 Aralık 2010
Bugün Biz A.Ş.’den Turhan Selçuk bavulum geldi!
Turhan Selçuk’un sağğında Abdülcanbaz’ın bütün haklarını devralan Ferda-Osman Usul, Biz A.Ş.’de yayıncılığa hazırlanıyor. Bu yayıncılık öncelikle Abdülcanbaz ve onun yaratıcısına armağan edilecek, onun onurlandıracak bir dizi kitabı içeriyor.
Bu proje için nisandan beri Biz A.Ş. için editör olarak çalışıyorum. Uslu ailesi, Yorum Ajans’ın kurucusu; ayrıca iç içe çalışan birkaç şirket var. Bunlar içinde dijital reklamcılık ve yayıncılık işleri yapan kuruluşlar da var.
Kitaplığımdaki bütün Turhan Selçuk’lar: albümler, dergi kapakları, onun çizdiği kitap kapakları, metinler için çizilmiş resimlemeler, vb. bütün bunlar taranmak üzere Ofset Yapım’a gitti benim küçük bavulumla. Bütün görüntüler taranmış, bugün kendileri ve DVD olarak görüntüler de eve ulaştı.
Ofset Yapım’ın film stüdyosunda Orhan Bey var; ona güvenim tamdır. Onunla ilk kez, Karikatürkiye için birlikte çalıştık. Babıâli’den bir hoş insan.
 

Damdaki Mizahçı


Güldiken Günlüğü



 Pazartesi, 13 Aralık 2010
Cihan Demirci’nin Mizah Haber adlı internet sitesinde büyük karikatürcümüz Cemil Cem üzerine bir yazı okudum. Cem’in bilmediğim bir fotoğrafını da görmekten memnun oldum. Demirci, eski üstadlara düşkün, onları anmayı seviyor; bu çok takdir ettiğim bir haslet kuşkusuz. Fakat Demirci, dikkatsiz. Cemil Cem’in, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (Daha sonra adı Güzel Sanatlar Akadamesi olarak değiştirilecek.) müdürlük yapmıştı. Yazarımız, bu görevin tarihini 1910-12 olarak veriyor. Oysa bu yanlış. Cem için hazırladığım Silah ve Meşale’de (1989) ve Güldiken’de bir tartışma dolayısıyla yeniden yazdığım bir metinde doğru tarih yazıyor: 1921-1925. Bu bilgiyi, –bugün Mimar Sinan Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi olarak yaşamını sürdüren– DGSA’nin tarihinin kısaca anlatıldığı bir broşürde bulmak olanaklı. Asıl kaynak budur.
Demirci, bir yazısında da (“Mizah dergilerinde yazının serüveni”, İmge Öyküler, Ekim-Kasım 2005, S. 5, s. 77) Teodor Kasap’ı “Ermeni asıllı bir aydın” olarak yazmıştı. Bunu kendisine bir e-posta ile bildirmiştim. Bu metnini “pdf” formatında kendi sitesine koymuş. Metin sanal alemde başka yerlerde de vardır belki; onları değil ama kendi sitesinde “pdf” müdahale edilerek bir dipnot açılabilir ve yanlış düzeltilebilir. Dilerim bunu yapar, Demirci.
Aynı yazıda gözüme ilişen ikinci bir şüpheli nokta var. Metinde, Teodor Kasap’ın yayımladığı Diyojen’in yazarları sıralanıyor: Teodor Kasap, (Drektör) Ali (Muzaffer) Bey, Ebüzziya Tevfik, Namık Kemal ve Ahmet Mithat. Diyojen’de bütün yazılar imzasızdır; Şinasi’nin ölümü ardından birinci sayfada “Ebüzziya” imzasıyla yayımlanan kısa bir yazıdan başka. Ancak, Ahmet Mithat Efendi’nin Diyojen’de yazdığı bilgisine başka bir kaynakta rastlamadım.

Ödül Kazanmış Karikatürler


Güldiken Günlüğü




Cumartesi, 11 Aralık 2010
Karikatürcüler Derneği’nin yayımladığı büyük bir albüm var: Çizgi ve Mizahta  30. Yıl - Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması (Albümün yayın tarihi yok. Bu nedenle edindiğim tarihi kayda geçiriyorum: Aralık 2010).
Albümün önsözünü yönetim kurulu imzalamış: Metin Peker, Aziz Yavuzdoğan, Kadir Doğruer, İbrahim Tapa, Kayıhan Fırat. Bunca isim var, ama gerekli olan isim yok: Yayına Hazırlayan (Editör). Albüm, 29x29cm. boyutlarında; –tahminen en az– 120 gr.; 1. hamur kâğıt– 422 sayfa; bez kaplı; sert kapak ve üstüne şömiz. Albümü, Cenk Alparslan (Creative Artwork) tasarlamış; Koç Holding ise sponsorluğunu üstlenmiş.
Albüm, Karikatürcüler Derneği’nin düzenlediği Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışmalarında ödül kazanan yapıtlara yer veriyor. Yuvarlak yıldönümü dolayısiyle böyle bir albüm çıkarmak iyi bir fikir. Çok önceleri küçük bir derleme daha çıkmıştı; bu albümün olanaklarıyla karşılaştırılamayacak bir yayındı o.

Albüme ilk bakışta saptanabilen sorunlar şöyle sıralanabilir:
 1) Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması, ilk kez ulusal düzeyde ve sadece gençler arasında 1973’te gerçekleştirilmişti. Yani Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması’nın atası sayılır, 1973 etkinliği. Bu tarih, karikatür tarihimizde yeni bir başlangıç oluşturur, bu nedenle. Ülke çapındaki büyük ilgi, özellikle gençlerle sınırlandırılmış bir karikatür yarımaşına olan bu büyük ilgi, karikatürümüzün tükenmez kaynaklarından birini oluşturmuştur. Gençlerarası Akşehir Nasreddin Hoca Karikatür Yarışması, 1971 askeri darbesinin ardından –14 Ekim 1974 genel seçimlerinin arefesinde– yeni bir siyasal iktidar ufkuna dair de ip uçları vermektedir. Albüm, başlangıç etkinliğine bir satırla dahi yer vermeden kendini kuruyor. 
2) Sayfalara ikişer karikatür konulması ciddi bir tasarım sorunu oluşturmuş. Yarışma koşullarına göre yollanan karikatürler 42x42 boyutlarında olduğu için, albümün 29x29’luk kare alanında iki kare karikatürü yerleştirmek ciddi bir sorun olarak kendini göstermiş; her sayfanın üst bölümünde 10x29 cm.’lik boşluk var. Albümün tasarım fikri yanlış; böyle olunca her sayfada bu hata yinelenmiş.
3) İki karikatür arasına çizgi çekilmiş. Albüm tasarımlarında böyle çizgi çekmeler sorun yaratıyor. İki karikatür yan yana konulmuş, onlar karışmasın diye çizgi çekilmiş! Olacak iş değil. Bu tür tasırımlar gazete veya dergilerde olabilir, ama albüm gibi kalıcı bir yayına uygun düşmez.
4) Karikatür kare biçiminde değil de, dik veya yatay bir dikdörtgen biçiminde ise, bu karikatür alanının dışındaki alana, kare’ye tamamlanmak üzere gri bir zemin yerleştiriliyor! Bu zemin, bazen sanki karikatüre aitmiş gibi bile durabiliyor. Tasarımda hata, bir başka hataya yol açabiliyor. Bunun iyi bir kanıtı bu albüm.
5) Bazı sayfalarda tek karikatür kullanılmış. Kullanılan karikatür beyaz zeminli ise, yanındaki ikinci kariktürün alanı, siyah bir kare olarak tasarlanmış; tek karikatürde hakim renk koyu ise, yanındaki boşluk beyaz olarak bırakılmış!
6) İnce çizgi ustalarının işleri, genel olarak algılanma sorunu yaratır ölçüde kötü çıkmış. Bu tür çizgilerin kullanıldığı karikatürlerin daha büyük boyutlarda tasarlanması gerekir. Bu herhangi bir albüm değil, önemli bir uluslararası karikatür yarışmasının ödül almış karikatürlerini içeren bir albümdür. Örneğin dünyanın en önemli karikatürcülerinden Ardesir Mohasses’in karikatürünü albümdeki baskısını görmek gerekir! Geçtiğimiz yıllarda hayata veda eden İranlı büyük usta bu albümü görseydi ne derdi acaba?
7) Bazı karikatürler kapkara çıkmış; örneğin İvan Tenev’in karikatürü böyle. Bu karikatürün aslını anımsıyorum; siyah beyazdır ve iyi bir fotoşop çalışmasıyla pırıl pırıl yapılabilirdi.
8) Bazı renkli karikatürler siyah beyaz basılmış. Böyle bir albüm, siyah beyaz basılamaz. Karikatürcüler Derneği, 1980 öncesinin olanaksızlıklarıyla çalışmıyor nicedir. Başkan Metin Peker, ne yapıp edip olanaklar yaratmasını biliyor. Koç Holding’in sponsor olduğu bir albüme hiç yakışıyor mu bu?
9) Bazı karikatürlerin iş’e ait zeminleri, uçmuş. Bu tür karikatürlerde iyi bir fotoşop çalışmasının devreye girmesi gerekir. Albüm boyunca böyle bir sorun yokmuş gibi davranılmış. Bu tür albümlerde hassas işlerden oluşturulacak bir deneme forması basmak ve sonuçları görmek gerekir.
10) Her kitap bir dizini hak eder; hele ki, böyle bir kitap kesinlikle dizinsiz yayımlanamaz. Karikatürcülere, ülkelere ve hatta konulara göre olmak üzere üç dizin yapılabilirdi bu albüme. Kitapların “kaynakça” ve “dizin”leri, bir ülkenin sanat, bilim, edebiyat ve yayıncılık alanlarındaki çağdaşlık seviyesini gösterir aynı zamanda.
11) Uluslararası Nasreddin Hoca Karikatür Yarışmaları, –kapalı bir toplum olan Türkiye’nin– Batı ve sosyalist ülkelerde yaratılan karikatür dünyasının çizgi, biçim ve biçemleri hakkında ciddi bir görgü sahibi olmasına yol açmıştı. Bu, 1950 Kuşağı’nın ülkemizde yerleştirdiği modern karikatüre eklemlenen yeni bir estetik dünya olarak kendini göstermiştir. İnce çizgiler, ince ince taramalı çizgiler, noktalı noktalı zeminler ve diğer yeni eğilimler bizim genç karikatürü çok etkilemiştir.
Bu bağlamda, albüme alınan karikatürlerdeki bu etkileyici dünyanın görülebilir kılınmalıydı. 1974’ün birincisi İspanyol Vasquez de Solo’nun –uzun ince– karikatürü, belki de özgün boyutlarına orantılı bir biçimde kulaklı olarak basılabilirdi.
Albümün önsüzünün sonuna doğru “bu eşsiz albüm” tanımlaması var. Bir kurum, kendi yayınını böyle övebilir mi? Creative Artwork, fena halde çuvallamış ve bunca olanağı heba etmiş. Yazık.

Metin Gökçe


Güldiken Günlüğü


Cuma, 10 Aralık 2010
Metin Gökçe, 1950 Kuşağı karikatürcülerinden. Dün Semih Poroy’un sergisindeydi. Konuştuk. 2000’de emekli oldu, basım işlerinden. Ortağı olduğu büyük ambalaj basımevindeki hisselerini devretti ve inzivaya çekildi.
Metin Gökçe’yi geç tanıdım. Sanırım Mengü Ertel’in Teşvikiye Camii’ndeki uğurlama töreninde Tonguç Yaşar tanıştırmıştı. Tabii isim ve çizgi olarak biliyordum, dergilerden. Metin Gökçe, Güldiken’in tanıştıktan sonra, basımevini bırakana değin her sayı bir, bazen iki reklam ile destekledi. Güldiken’de katkısı çoktur.
Metin Gökçe, Kurtuluş’ta, Kurtuluş Caddesi’nde güzel bir apartmanda oturuyor. Birkaç kez ziyaretine gittim evlerine. Geniş ve güzel bir kütüphane kurmuş kendine. Bir edebiyat tutkunu aynı zamanda. Dergi ve gazetelerde yayımlanmış karikatürlerinden bir albüm yapma projemizi ne yazık ki, gerçekleştiremedik. Bunun için epeyce uğraştık. Sonunda, karikatürlerini albüm yapmaktan vaz geçti; büyük bir alçak gönüllülükle vaz geçti.
Sergide,
– Karikatürlerimden bazılarını derleyip fotokopiyle ciltli bir dosya haline getirdik, birkaç çizer gencin yardımıyla. Yarın sana da bir kopya yollayacağım, dedi.

İşte o dosya, bugün kargoyla geldi eve. Karikatürler ve yazılar; kendiyle yapılmış söyleşiler, karikatür üzerine yazılmış kimi yazılar... Epeyce de karikatür var içinde. Teşekkür için aradım ve
İşte bu, dedim. Herkes bunun gibi bir “dosya albüm” yapsa işimiz kolaylaşır.

Semih Poroy’un Emeği


Güldiken Günlüğü




Perşemba, 9 Aralık 2010
Semih Poroy’un sergisi açıldı bu akşam, Schneidertempel Sanat Merkezi’nde (Bankalar Cad., Felek Sok. No. 1 Karaköy). Sergi bir tür retrospektif: “Artı 35”. Karikatürlerin çoğunluğu son dönemine ilişkin çalışmalar. Kimi özgün karikatürler, basılı örnekleriyle birlikte sunulmuş. Galerinin ortasındaki camekânlı masanın içinde ise yıllar yılı resimlediği kitaplar ve kapaklarını tasarladığı yapıtlar sergileniyor.
Pek tercih edilmeyen bir sergi biçimi. Karikatürcüler genellikle yeni işlerle sergi açmayı yeğliyor. Oysa belirli bir seviyeye ulaşş karikatürcüler, bütün dönemlerini  –hiç değilse– özetleyen sergiler açabilmeliler. Bir karikatürcü ölmeye görsün, odasında her nasılsa kalabilmiş karikatürler toplanıyor ve derme çatma bir sergi açılıyor.
Semih’in tadımlık retrospektifi, onun Ocak 2011’de geride bırakacağı 35 yılından iyi bir fikir verdiğini söylemek mümkün. Karikatürler, resimlemeler, çizgi romanlar ve kitap kapakları...
Nice çini şişesiyle sorhoş olmuş bir çizgi eri, Semih.

Semih’i, önce Cumhuriyet’in “Ciddiyat” adlı mizah sayfasındaki işlerinden tanıdım (1977). O yıllarda Cumhuriyet gazetesi neredeyse Karikatürcüler Derneği’nin yönetim odası gibiydi. Hele Tan Oral’ın dernek başkanı olduğu dönemlerde bu trafik yoğunlaşırdı. “Ciddiyet”e ürün getirmenin yoğun olduğu günlerden biriydi sanırım; Tan Oral’ın odasına girdiğimde, koltuğunun altındaki büyükçe dosyayla hızla odadan dışarı çıkan, saçı ve boyu uzun, esmer bir kişi dikkatimi çekmişti. Tan Oral’a sormuştum:
– Kim bu arkadaş?

Kısa bir zaman sonra yine aynı odada tanıştık Semih ile. Neredeyse uzun bir süre hep “Ciddiyet”te görüşür olduk. Sanırım tanışğımız veya ertesi yıl, Semih, –çizgide işi epey ilerlettiği bir zamanda– dosyasından bir çizgi roman çıkarttı. Onu Cumhuriyet Dergi’de mi ne yayımlansın istiyordu; ancak işi almadılar. Ben de ona dedim ki, “Gel Tarık (Dursun K.) abiye gidelim, Milliyet Çocuk Dergisi’ne. Gittik. Tarık abi, Semih’in işlerine baktı ve beğendi. Sanırım o çizgi romanı da hemen almıştı. Semih, Tarık Dursun ile yıllar yılı birlikte çalıştı; onun sorumluluğundaki yayınlara çizgi ve tasarım işleri gerçekleştirdi. Hâlâ süren çok sıkı iki dost onlar.

Sergiler, –aynı zamanda– dostların buluşma yeridir. Bu benim için de böyle oluyor. Sergiye gelenlerin bazıları aklımda: Metin Gökçe, İzel Rozental, Elif-Tan Oral, Nur-Polat Nahabaş, Ercan Akyol, Mustafa Delioğlu, Ohannes Şaşkal, Necati Güngör, Belgin-Turgay Karadağ, Semih’in ve benim Çarşambalı arkadaşım Mustafa Dağ, vb.
Bir kadeh kırmızı şarap içtim... Karşılaşğım dostların birçoğuyla Karikatürkiye’den konuşmak durumu hasıl oldu. Turgay Karadağ, yine de 2004-2008 yıllarında çizdiği karikatürlerinden derlediği Referans Karikatürler’den siyasi –özellikle de AB üzerine– bir karikatür almam gerektiğini söyledi. “Yeni de” dedim çünkü bu konuyu e-mektupla konuşmuştuk birkaç yazışmayla. Ben bu albümden “Intellectuel”i almıştım. Onun ise, başka bir beklentisi varmış. Yanıtım şu oldu “Ben albümden daha kalıcı bir karikatür almak istedim. O senin çizgi dünyanı daha çok yansıtıyor.”
Semih, Cumhuriyet’te yıllardır her gün “Harbi” adlı bant karikatürünü çiziyor. Bir zamanlar sık sık yazılara resimleme, vinyet ve karikatürler çizerdi. Bilmem kaç yıldır böyle bir çizme eyleminden uzak. Son zamanlarda pazar günü, yurtdışı muhabirlerinin yazılarının toplandığı sayfaya bir vinyet, bazen bir karikatür çiziveriyor. Cumhuriyet, Semih Poroy’dan yeterince yararlanamıyor.
Kendini neredeyse “Harbi” ile sınırladı. O uzun ince dikdörtgen, ona yetmiyor. Bence günlük karikatür çizmeli Semih. Bu deneyimi yaşayabilmeli. Edebiyata düşkün; bu nedenle de Varlık’ta olmaktan hoşlanıyor. Benim Semih’te en çok beğendiğim şey, kendini neredeyse bir edebiyatçı gibi de görmesi. Bu onu, eski bahçeye bağlıyor; örneğin Sedat Nuri’ye, Zahir Güvemli’ye, Ferruh Doğan’a...
Varlık, yıllar yılı eline geçen yerli-yabancı albümlerden tırtıkladığı kariktürleri dikkatsiz bir yerleştirmeyle kullanıyordu. Semih’in çizgileri, Varlık’a çekidüzen verdi; seviye kazandırdı. Bu ilişki, diğer dergileri ırgalıyor mu? Kitap-lık’ın çizgiyle ilişkisi de dikkat çekici sayılabilir, ancak istikrarlı değil. Çizgi, resim ya da fotoğraf, edebiyat dergilerine yakışıyor; tabii kullanmasını bilen ellerde böyle.
Semih’in neredeyse bütün çizgi ömrüne tanık oldum. Hep daha fazlasını bekledim ondan. Çünkü bu gücü vardı, hâlâ da var. Basın çizerleri yeterince değerlendirmekten aciz!
Semih’e, “İkinci 35’de buluşmak dileğiyle” dedim.
Yanıtı hüzünlü oldu: “Ben gelemiyecek durumda olabilirim!”