26 Ekim 2011 Çarşamba

“Bir Zamanlar Anadolu”


Yaşam Hazretleri





Çarşamba, 26 Ekim 2011
Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’de ikinci kez “Altın Palmiye”ye değer görülmesine şaşırmıştım; evet filmi görmediğim halde buna şaşırmıştım. Üç Maymun’dan (2008) sonra Bir Zamanlar Anadolu’da ne bulunmuştu da bu değerli ödül ikinci kez verilmişti, yönetmene?

Filmi görmeye hiç niyetli değildim. Ancak filmi izlemiş bazı arkadaşlarımdan edindiğim olumlu eleştiriler beni, sinemaya sürükledi. Kadıköy’de Atlantis Sineması’nda toplam altı kişiyle birlikte –soğuktan sızlanarak– Bir Zamanlar Anadolu’yu izledim. Doğrusu üç saate yakın olan bu filmin karşısına büyük bir merakla oturdum. Perdeye düşen ilk fotoğraf, onun ardıllarıyla oluşan ilk sahne ve bu kısa sahneyi –önünden geçerek– sonlayan uzun aracın siyah gövdesinde çıkmaya başlayan “jenerik” fiyakalıydı...

Filmin üçte ikisi, gece ve uzun bir dış mekânda geçiyor. Bir cinayetin kaybedilmiş “maktul”u, bir Anadolu bozkırında aranıyor: Savcı, doktor, komser, jandarma ve diğer personel üç vasıta eşliğinde iki katille birlikte “özne”nin gömüldüğü yeri arıyor.

Film, bu yolculuğun dışsal ve –daha çok da– içsel bir anlatımını deniyor... Arama ekibinin ana kişileri üzerinden toplumsal, ahlâki, psikolojik bir “soruşturma”, hatta bir “yüzleşme” denemesi! Hayat, kadın, aşk, sevgi, insan hakları, şiddet, öldürme, ölüm gibi beylik temalar filmin dinamiklerini oluşturuyor.

Bir Zamanlar Anadolu, “maktul”un hikâyesi üzerinden, onu arayan devletin görevli “insan”larını anlatmayı deniyor. Ceylan, Türkiye’de neredeyse sıradanlaşan bu tür bir “olay” vesilesiyle toplumsal ve –hatta– siyasal bir “söz” söyleme olanağı yaratmak istiyor kendine. Hikâyenin bu kurgusu, ona sıra dışı bir biçim olanağı da veriyor. Filmin gizli oyuncularıysa uçsuz bucaksız Anadolu bozkırı, rüzgâr, sonbahar, gece ve soğuk... Bu manzarada, Ceylan’ın fotoğrafçı olarak kendini gösterebileceği her şey var. Hikâyenin biçimlenişi ilginç; anlatı uzamı ise estetik olanaklar yaratacak denli zengin.  



Filmi üçe bölüyorum:
1) Cinayet,
2) Emniyetciler,
3) Taşra.

İki katilden biri komserin, diğeri savcının vasıtasında bulunuyor. Jandarma ise nerdeyse sadece güçlü bir ışık kaynağı olarak konvoyda yerini alıyor. Katilin, “maktul”u gömdüğü yeri tanıyabilmesi için zırhlı aracın farları devreye giriyor.

Senaryo, –yönetmenin de yer aldığı– birkaç kişinin ürünü ve neredeyse bir gevezelik anıtı! Gece boyunca üç vasıtada sıkış-tıkış yol alan kişilerin, elbette konuşmaları gerekiyor. Ama ne? İlk konu, dakikalarca süren “manda yoğurdu” oluyor; sonra devreye, savcının “prostat”ı giriyor.

Filmin modern bir zamanda geçtiği açıkça görülüyor. Böyle olduğunda, bu kişilerin konuşacakları çok şeyleri olduğunu senaryocuların bilmesi gerekiyor. Film, “eski zaman”da geçiyor olsaydı, vasıta içi konuşmalar nahiviteyi kaldırabilir; o “eski zaman” taşrasının boğuntusunu yansıtabilir; bir başka deyişle senaryoya bir taşra irdelemesi kazandırabilirdi. XXI. yy.’da geçen böyle bir filmde taşra, “yoğurt” ve “prostat” muhabbetiyle tanımlanabilir mi? Örneğin “dijital çağ”ın taşrası, senaryonun aklına gelebilmeli; bu çağın görsel şiddetinden söz açılabilmeli; iç konuşmalara, taşranın bilinçaltı yüklenebilmeliydi. Bu yapılabilseydi, film amacına ulaşabilirdi. Emniyet personelinin gerek vasıta içi, gerekse vasıta dışı konuşmaları, filmin “özne”si olan “şiddet”, “ölüm” ve “öldürme” gibi kavramları temellendirme, nedenleri üzerinde bir tür “soruşturma” olanağı verebilmeliydi yönetmene. Yönetmen, bunu anlatıya hizmet etmeyen bir biçimde yapıyor ve film çöküyor!

Filme Bir Zamanlar Anadolu adı verilmiş. Oysa filmin belirlenmiş bir “zaman”ı yok; bu nedenle hikâyenin adı Bir Zamanlar Anadolu olamaz. Örneğin “Dersim” ya da “12 Eylül”e ilişkin siyasi bir cinayet hikâyesi olsaydı, bu isim bir anlam kazanabilirdi. “Dersim” ve “12 Eylül”, “zaman” olarak “sivri” ve “beylik” bulunabilir. O zaman, 1990’lar Türkiyesi’nde; yani şu ardı ardına gelen küçük koalisyonlar zamanında –belki de Doğu Anadolu’da Kürtlere karşı– yapılan “insan hakkı” ihlâllerini düşünelim. Hikâyemiz tanımlanmış bir bozkırda geçsin. Cinayeti işleyen “vatandaş” değil de, “devlet” olsun. Yüzlerce örneği bugün bir bir ortaya çıkan “cinayetler zamanı”na oturtalım hikâyemizi (Ne dersiniz?!). Böyle bir “özel zaman”, Bir Zamanlar [Doğu] Anadolu adını taşımayı hak edebilir ve o zaman kimse Sergio Leone’ye de ayıp ettiğini düşünmez; hatta “cuk oturmuş” derler adama.

Filmin estetiği, –her filminde olduğu gibi– Ceylan’ın sanatkârane fotoğraflarıyla kurulmuş. Bir film çekiminde bozkır, gece ve soğuk varsa orada film ekibinin işi zordur; ancak sabırlı iyi bir çalışma, sıra dışı bir film olanağı da verir yönetmene. Ceylan için de böyle olmuş; seçtiği “gece” ve uzun “bozkır”, filmin estetiğini belirlemiş. Ancak yetersiz içerik ve gecenin örttüğü uzamın “hareketli fotoğraflar”ı, Bir Zamanlar Anadolu’yu, güzel giydirilmiş cansız bir manken olmaktan kurtaramıyor.

Oyuncular kuşkusuz başarılı; ancak hiçbirini farklı, sıra dışı ve vazgeçilmez değil. Bu film, oyuncuya bile gereksinme olmaksızın çekilebilirdi.

“Maktul” bulunduğunda filmin üçte ikisi bitmiş, ekip kasabaya dönmüştü. Film, öngördüğüm irdelemeyi akıl edebilseydi kentteki "linç" girişimi sahnesine ihtiyacı duymayacaktı. Bu noktadan başlayarak her an sinemadan çıkmak istedim, ne ki tam bir fikir için sabırlı olmalıydım. Bozkırda sonlandırılamayan filmin, kasabada nasıl biteceğini çok merak ediyordum. Sabır göstermem işe yaramış, filmin nasıl bit(e)mediğini görme olanağı bulmuştum!





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder