10 Kasım 2011 Perşembe

Komşu Sesleri


Yaşam Hazretleri



Perşembe, 10 Kasım 2011
Oturduğum bina, üç girişi olan dört katlı, yatay uzun bir bina. 1960’larda yapıldığını sanıyorum. Dairem, orta bölümün üçüncü katında. Sağ bloktaki daire komşumu sadece seslerinden tanıyorum. Televizyon ya da müzik aletlerini yüksek sesle izlemiyor, dinlemiyorlar. Gürültücü bir aile olduğunu söyleyemem; bu bakımdan da rahatım. Ancak, uzak aralarla da olsa, çok geç saatlerde karı-koca arasında söz dalaşı oluyor. Konuşmalardan evde bir de bebek veya küçük bir çocuk olduğu anlaşılıyor. Daha çok kadının baskın sesi ulaşıyor kulaklarıma. Kocası az da olsa yanıtlıyor onu.  

Dün kitap okurken komşumdan sesler yükselmeye başladı. Saat sabahın 05:00’i olmuş karı-koca atışıyor. Sesler her zamankinden daha yüksek çıkıyordu; bir tanıklık yapmak istedim ve not aldım:

Kadın– Okudum da ne oldu?
– ...
Kadın– Sevgilim bana mesaj atmazken, elaleme mektup yazıyor!
– ...

Belli ki, koca internetin başında.

Kadın– Bana böyle davranabilmen için ben sana ne yaptım?

Kadın bu sözleri iki kez yineliyor ve sonra daha yüksek bir sesle:

Kadın– Yaklaşma bana, diye bağırıyor.

Sabahın 07:00’sine değin bu dalaşma, kısa ve uzun aralarla sürüyor.

Aziz Nesin’inin oyunlarından birinde komşu seslere çok yer verilir. Öldürsene Canikom, Tut Elimden Rovni veya Çicu’da, tam olarak anımsayamıyorum hangisinde olduğunu. Oyuna “cuk oturuyor”du komşu dalaşmaları.

Kitabımı kapatıyorum.
Önce salonun penceresini açıyor, sonra –arkada– kapalı balkon penceresini açıyorum. Pencereden arka bahçedeki çınar ağacına bakıyorum. Çoğu dökülmüş solgun yaprakların üşüttüğü o eski çınara bakıyorum. Bir ağacın yapraksız yaşayacağı yalnız ve soğuk günleri düşünerek derin bir nefes alıyorum yeni günden ve uyumayı umarak odama çekiliyorum.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Yemek Üzerine Bir Alıntı

Yaşam Hazretleri


Çarşamba, 9 Kasım 2011
Yayına hazırladığım –önümüzdeki haftalarda satışa sunulacak olan– Francesca Rigotti’nin Mutfaktaki Felsefe (Çiya Yayınları) adlı sıradışı kitabından sevdiğim bir alıntıyı paylaşmak istiyorum: 

“Eğer biri hayatta, profesyonel bir aşçı olmayı iddia etmeden mutfakta bazı görevler alabiliyorsa, edebiyat geleneğinde bu kişi, yemek yapma ve konuşma eylemlerinin gerektirdiği davranışlara sahip olan biridir.”

1980 öncesi Ankara'da Strazburg Caddesi'ndeki evimizde bir akşam yemeği sırasında kapı çalınmıştı. Konuk, karşı komşunun babasıydı. Oğlunu evde bulamayınca, bizde beklemek istediğini söylemişti. Eve buyur etmiş, salonda kaltuğa oturtmuştuk. Evde üç kişiydik, ben, Resai Okutan ve İlhami Çığrı... Birlikte akşam yemeğini hazırlıyorduk. Resai, bakırdan özel olarak yapılmış tavasıyla hamsi pişiriyordu. Biz de salata ve diğer donanımlarla uğraşıyorduk. 

Komşumuzun babasını da davet ettik hamsiye; ancak karnının aç olmadığını söyleyerek bize teşekkür etmişti. Evin üç sakini hamsileri götürürken, konuk amca söz alarak şöyle demişti:

"Evlâtler, sizi sevinerek izliyorum... Aferin size... Yemek yapmasını bilen, mutlu olur."

Salih Birinci

Yaşam Hazretleri


Pazartesi, 31 Ekim 2011
Bu gece saat 21:00 cıvarında telefonum çaldım. Açtığımda karşımdaki sesi hemen tanıdım: Salih birinci. O böyle aklına estiği bir saatte Samsun’dan arar, hiç değilse yılda bir kere. Kalın sesi, yine yerinde duruyor; ancak daha fersizdi. Sadece bir hatır sormak çin, ses duymak için aradığını söyler hep. Bunu mutlaka bir evde ya da bir arkadaşıyla bir meyhanede içerken yapmayı sever.

Çarşamba Lisesi’nde gündelik hayatının belalılarından, kasbanın sanat hayatının ise ballılarındandı Salih. Ferhan (Şensoy), onu Cahit Atay’ın Pusuda’sında oynatmıştı. Kenan (Güler), ağa, Salih köylüyü canlandırıyordu. Ferhan’ın Çarşamba’daki ilk sahne deneyimi bu idi. Faşistler, Halkeğitim Merkezi’ni basıp –gece sahnelenecek oyunun– dekorlarını parçalamışlardı. Bereket, dekorlar gazetelerden kurgulanmış bir duvardı. Hemen bir yenisini yapmıştı, Ferhan. Oyun çok başarı kazanmış, birkaç köye turne bile yapılmıştı; sosyalistleriyle ünlü Kızılot köyüne ben de gitmiştim gösterim için.

Salih’le birlikte üç oyunda birlikte olmuştuk. Ferhan’ın yönettiği Toros Canavarı, benim yönettiğim Yaşar kemal’in Teneke ve Samuel Beckett’in, Godot’yu Beklerken. Üç oyun da son derece başarılı geçmişti, taşra ölçülerinde. Salih’in yeteneği ve o yeteneğini artıran ses tonu müthişti. Birlmikte Ankara Devlet Konservatuarı sınavlarına girmeye kararlıydık. Ferhan’ın iyi öğrencileriydik. Ferhan da bu sınavlara girmemizi istiyor, destekliyordu. Ağustas 1970’de Salih ile birlikte Ankara’ya gittik ve Cebeci’deki Konservatuar Tiyatro Bölümü sınavına katıldık. Sanırım iki gün sürmüştü. Kazananlar listsinde Salih’le birlikte vardık. Beş yüz kişiden 40 kişi içine girmeye başarmıştık. İlk sınavda hazırladığımız dram ve komedi olmak üzere iki oyundan birer parçayı canlandırmıştık. Salih Toros Canavarı’n bir bölüm, ben Bir Delinin Hatıra Defteri’nin son sahnesini oynamıştım.

İkinci sınav, pandomim ve sözlü olacaktı. Seçici kurulda Mahir Canova ile Can Gürzap’ı anımsıyorum. Sonuçta ikimizde bu sınavı alamadık. Sınava birlikte girdiklerimiz arasında Mehmet Ali Erbil, Lütfü Oğuzcan ve Rahmi Dilligil de vardı. Üçü de kazanmıştı; ancak Rahmi, o yıl liseyi bitiremediği için, ertesi yıl yine Konservatuar’da okuma olanağı bulacaktı.

Yukarıda andığım Keçiörenli arkadaşım Attila Canbaz’ı işte bu sınavda tanımıştık, –yıllarca arkadaşlık yapacağım– Veysel Aybastı’yı da.

Bu gece telefonla Samsun’dan arayan arkadaşım işte o Salih, Konservatuar’ı kazanamayınca ben İstanbul’a, o Çarşamba’ya döndü. Devlet memurluğu yaptı yıllarca. Emekli olunca Karadeniz’de gezinerek pazarlamacılık; sonra, bir süre Samsun’da tiyatro yaptı. Ona tiyatro gurubu dayanmadı; ayrıldı ve bazı şairlerin yapıtlarından kurguladığı gösteriler düzenledi. Bu süreç onu yalnızlaştırdı. Yetenekli, ama kimsenin çalışmak istemediği bir oyuncu ve insan olarak –Çarşamba’da çok kullanılan bir deyimle söylersek– sap gibi ortada kaldı.

Şu var ki, Salih Birinci’nin yeteneğine yazık oldu. Merkezde profesyonel tiyatro yapabilseydi, sıradışı bir oyuncu olarak kendini gösterme olanağı bulabilirdi. Aynı şey kuşkusuz Kenan Güler için de geçerli. Taşrada olmak, bu iki arkadaşımı ve dahi beni, o dünyaya girmemizi engellemişti. Kapıda bekleyen oyuncu babalarımız olsaydı, biz de Devlet Tiyatrosu’nda hayallerimizi gerçekleştirebilirdik.

Kilolar

Yaşam Hazretleri


Cumartesi, 29 Ekim 2011
Şubattan beri bir diyet proğramı uyguluyorum. Bu çerçevede 5 kilo verdim. Bu nedenle pantalonlarım belime büyük gelmeye başladı. Bugün üç kışlık pantalonumun bellerini küçülttüm. 50’den 48 bedene düştüm. Üç yıl önce 94 kiloyu bulmuştum. Şimdi 84 küsürlerde geziniyorum. Sabah yürüyüşleri yapabilsem 80’e düşeceğim, bunu yapamıyşorum işte. Tembelim çünkü.

Metcük Memet

Yaşam Hazretleri


Cuma, 28 Ekim 2011
Bugün Mustafa Dağ aradı ve sınıf arkadaşım Mehmet Özden’in, nam-ı diğer Metcük Memet’i kaybettiğimizi söyledi. Bir gözü epey önce alınmıştı kanserden. Birkaç ay önce ise İstanbul’a yeni bir amelyat için geldiğini yine Mustafa’dan öğrenmiştim. Ancak ziyaretçi yasağı vardı, görüşememiştik. İzin olsaydı Ali Hikmet’le birlikte onu görmeye gidecektik... Kısa bir zaman sonra Samsun’a dönmüşlerdi.

Bizim kuşak da bir bir dökülmeye başladı. Anımsayabildiklerim: Yüksel Çoban, Yaşar Gömeç, (Göden) Sami Han, Hacı, (Yaykün) İbrahim Ak... Çarşamba’dan uzakta olduğum için bu dostlarımı uğurlayamadım. 1977’de Yüksel için yaşadığım yolculuk eziyetini hiç unutmuyorum... Haberi aldığım gece dışardaydik, Ali’yle birlikte; Enver Gökçe için –Yeni Melek Sineması’nda– düzenlenen geceye katılmıştık.

Geceyi sanırım Tahir Abacı ve arkadaşları hazırlamıştı. O sıralar Enver Gökçe’nin Panzerler Üstümüze Kalkar adlı kitabı yayımlanmıştı. Gökçe’nin, Gesinoviç’ten çevirdiği Pugaçev Ayaklanması’nı da yanıma alıp gitmiştim o geceye. Dost Dost İlle Kavga’yı da ekleyerek üç kitabını da imzalatmıştım.

Gece, emniyetin bütün engellemlerine karşın yapılabilmişti. İzin güçlükle alınabilmişti. Salon dolmuştu, ancak polisin “bomba ihbarı” var demesi üzerine salon boşaltılmış, Enver Gökçe’yi sevenler yıldırılmak istenmişti. Sanırım yarım ile bir saat arası bir zaman sonra, çoğalarak salon yine dolmuştu. Konuşmacılar arasında Tahir Abacı ile Can Yücel’i anımsıyorum. Büyük yergici Can Yücel şöyle başlamıştı söze: “Evet, bu gece burada bir bomba var, o Enver Gökçe’dir”. Salon kahkahadan kırılmıştı... Bu söz, o dönem bir anektod olarak dilden dile dolaşmıştı. 

Geceyarısı eve geldiğimde kapı koluna bantlanmış üzerinde “yıldırım” yazan bir telgraf beni bekliyordu; hemen açıp okumuştum... Şanssızlığın böylesi... Atlayıp Harbiye’den Harem’e gitmiştim taksiyle. Harem’den –Ankara’ya– son otobüsün on dakika önce kalktığı söylenmişti. Yeniden bir taksiyle atlayıp, otobüsü yolda yakaladık. Ankara’ya gidiyordu. Taksici, öylesine az para almıştıki benden, onu hiç unutmuyorum. Böyle bir durumdan kendine fırsat yaratmamış, temiz bir insandı.

Ankara Otogar’ı o zamanlar Hipodrum’un karşısındaydı. Samsun’a gidecek hiçbir otobüs ile öğle vakti Çarşamba’da olamıyordum. Uçakla gitmek istedim, param yetişmiyordu. Bir iki arkadaşım vardı Ankara’da, ancak pazar olduğu için iş yerleri kapalıydı. Keçiören’de oturan arkadaşım Atila Canbaz’ın adresi vardı; bir biçimde evine gittim. Meğerse ertesi gün üniversite sınavları varmış; o baldızını sınava gireceği okulu görmek üzere ona eşlik ediyormuş. Kapıda konuştuğum kişi sanırım eşiydi. Evi bulabilmek için o kadar çok yürümüştüm ki, ayaklarım kırılmış; hayalarım ağırmış, adım atamaz hale gelmiştim. O halimle, kös kös dönmüştüm otogara ve Ordu’ya giden bir otobüse yığılmıştım.

Çarşamba’ya vardığımda saat 22:00 idi. Bizim eve bile uğramadan Yıldız Sineması’nın arkasındaki Çoban’ların evine gitmiştim. Hersek acı ve gözyaşı içindeydi... Yüksel’in amcası Murat ağabey, “Gömme işini olabildiğince ağırdan aldık, ama yetişemedin” demişti.

İşte böyle, ben Çarşamba’da annem ve babam dışında –Saniye Teyzem dahil– sevdiğim birçok akrabamı, dostumu, arkadaşımı, komşumu son yolculuğunda uğurlayamadım. Bunun acısı daima içimde durur.
Mehmet Özden dahil hepsinin anıları aramızda daima yaşasın diyorum.
Benim duam budur.

8 Kasım 2011 Salı

Biyoğrafi

24.6.1950 Samsun


Eğitim
İlk, orta ve liseyi Çarşamba’da (Samsun) okudu. Yükseköğrenimine, İÜ/Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde başladı (1974-75), AÜ/DTCF’nde aynı bölümde son sınıfa kadar devam etti (1980).

Yazı
İlk yazı ve hikâye denemelerini lise yıllarında okul dergisi Oydaş’ta yayımladı (1967-71). Sinema dergisi Yedinci Sanat’ta “Bir taşra kasabasında sinema soruşturması” ile “Genelev kadınlarıyla sinema üzerine soruşturma” başlıklı iki çalışması yayımlandı (1974-75). Karikatür üzerine yazmaya başladı (1977). Türkiye Yazıları, Oluşum, Sesimiz, Edebiyat Cephesi, Dönemeç ve Adam Öykü ve Notos Öykü’de hikâyeleriyle göründü (1980-1992). Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi (1983), Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (1986), GelişimLaurusse (1983), AnaBritannica (1986) ve Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi’nin (1997, 2005) karikatür maddelerini yazdı.  

Tiyatro
Lise yıllarında (1967-71) Cevat Fehmi Başkut (Göç), Yaşar Kemal (Teneke), Aziz Nesin (Toros Canavarı), Hayati Çorbacıoğlu (Ya Çıkarsa!) Nikolay Gogol (Bir Delinin Hatıra Defteri) ve Samuel Beckett’in (Godotyu Beklerken) sahne yapıtlarında oyuncu ve yönetmen olarak görev aldı.

Sinema
1972’de İstanbul’a –sinema alanında çalışmak üzere– yerleşti. Vedat Türkali, Bilge Olgaç, Atıf Yılmaz, Safa Önal, Yavuz Yalınkılıç, Atilla Gökbörü ve Ahmet Ündağ ile yönetmen yardımcısı olarak çalışma olanağı buldu (1972-78/1986-88). Bir film hikâyesi Zeki Ökten tarafından filme alındı (Ağrı Dağının Gazabı, 1973). İris Yayıncılık ve Filmcilik Ltd.Şti.’yi kurdu (1993). Senaryosunu yazdığı Türk Canlandırma Sineması Tarihi / 1931-1995 adlı belgesel filmini (Erdoğan Kar’la birlikte) çekti (1995).

Yayıncılık
İlk yayıncılık deneyimini aylık kültür-sanat dergisi Doğrultu’da yaşadı. Derginin altıncı sayısının künyesinde adı, ilk kez “teknik sorumlu” olarak geçti (1976). Ahmet Say’ın sahibi ve yayın yönetmeni olduğu aylık edebiyat dergisi Türkiye Yazıları’nın yayın kurulunda görsel malzeme sorumlusu olarak görev aldı (1978-83). Ankara’da, Güldiken Yayınları’nı kurdu ve –ticari kaygı düşünülmeksizin– iki çizgi albümü yayımlayarak yayıncılık sorumluluğuna adım attı (1980). Ankara Belediyesi Basın-Yayın Müdürlüğü’nde kültür sekreteri olarak görev yaparken çocuklara parasız dağıtılan on kitaplık dizi, “Bir Milyon Çocuk Kitabı” projesinin kitaplarını derledi ve yayına hazırladı (1979). İstanbul’da, İris Yayıncılık ve Filmcilik Ltd.Şti.’yi kurdu (1993). Önce dört aylık mizah kültürü dergisi Güldiken’i çıkardı (1993), sonra mizah kültürü alanında kitap yayınına başladı (1997).

Yapıtlar
Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-I / Tanzimat ve İstibdat Dönemi / 1867-1908, Adam Yay., İst., Eylül 1986, 324s.
Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-II / Meşrutiyet Dönemi / 1908-1918, Adam Yay., İst., Temmuz 1988, 438s.
Gelişim Sürecinde Türk Karikatürü-III / Kurtuluş Savaşı Dönemi / 1918-1923, İst., Ekim 1991, 376s.
Karikatür Üzerine Yazılar, İris Yay., İst., 1997, 448s.
Hayal (Hikâye), İris Yay., İst., Ekim 1994, 54s.
Türk Canlandırma Sineması Tarihi / 1931-1995, İris Film / BTC-Video Belgesel, 11 Bölüm, 5, 5 saat, İst., 1995 (Araştırma ve senaryo Turgut Çeviker • Yönetmen: Turgut Çeviker-Erdoğan Kar)

Seçkiler
İbret Albümü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı Yay. No. 2, İst., 1992, 154s.
Tanzimat İmzasız Karikatürler Antolojisi, Adam Yay., İst., Kasım 1986, 152s.
Burun / Abdülhamit Karikatürleri Antolojisi, Adam Yay., İst., Aralık 1988, 176s.
Meşrutiyet İmzasız Karikatürler Antolojisi, Adam Yay., İst., Şubat 1989, 200s.
Su Karikatürleri Albümü, İSKİ, İst, 1992
Carigraphia - Turkish Cartoons, Ministry of Culture, Turkish Republic, İst., 1995, 94s.
Kent, Konut ve Yerleşim Üzerine Karikatürler - The Cıty, Homes & Settlements in Caricature (1908-1995), HABİTAT/HABİTART, İst., 1996, 80s.
Türk Edebiyatında Futbol, YKY, 1. Baskı, İst., 2002, 351s.
Posta Hikâyeleri, Dünya Yay., Nisan 2004, 120s.
Karikatürkiye / Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi (1923-2008)-I / Tek Parti ve Demokrat Parti Dönemi (1923-1960), NTV Yay., 2010, 1-272+Vs.
Karikatürkiye / Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi (1923-2008)-II / 27 Mayıs’tan Liberalizme (1960-1991), NTV Yay., 2010, 273-528+IVs.
Karikatürkiye / Karikatürlerle Cumhuriyet Tarihi (1923-2008)-III / Merkezin Çöküşünden Muhafazakâr Demokrasiye (1991-2008), NTV Yay., 2010, 529-900s.

Yayınlar
Kurucusu ve sahibi olduğu İris Yayıncılık ve Filmcilik Ltd.Şti.’de yayına hazırladığı kitaplar:
• Hippokrates (Türkçesi: Mehmet Ali Kılıçbay), Gülmeye ve Deliliğe Dair, İst., 1979, 80s.
• Franz Rosenthal (Türkçesi: Prof. Ahmet Aslan), Erken İslâm’da Mizah, İst., 1979, 264s.
• Charles Baudelaire (Türkçesi: İrfan Yalçın), Gülmenin Özü, İst., 1979, 136s.
• Arthur Koestler (Türkçesi: S. Kabakçıoğlu-Ö. Kabakçıoğlu), Mizah Yaratma Eylemi, İst., 1979, 144s.
• John Morreall (Türkçesi: Aykut Aysevener-Şenay Soyer), Gülmeyi Ciddiye Almak, İst., 1979, 216s.
• Turhan Selçuk, Grafik Mizah, İst., 1998, 384s.
• Tan Oral, Yaza Çize, İst., 1998, 352s.
• Turgut Çeviker, Karikatür Üzerine Yazılar, İris Yay., İst., 1997, 448s.
• Turgut Çeviker, Hayal, İst., 1994, 54s.
• Can Külahlıoğlu (Çizgiler: Necati Abacı), Frankeştayn, Helena Rubinştayn ve Albert Aynştayn arasında fikir birliği olma ihtimali üzerine bir ince eleme, İst., 1999, 72s.
• “Fantazya Çok Para Yok / Karikatürlerle Bir Borç Ekonomisinin Tarihi / 1874-1954 (14 Ekim-15 Şubat”, Osmanlı Bankası Müzesi (Karaköy), İstanbul, 2003-04

Yayına Hazırladığı ve Derlediği Kitaplar
1970 Başkent Ödülleri, Ankara Belediyesi Yay., İst., 1980, 164s.
Kırsal Kesim Çocukları / Çocuklararası Karikatür Yarışması - Çocuklararası Resim-Düzyazı Yarışması, TMMOB Ziraat Müh. Odası Yay., Ank., Şubat 1980
• Can Akınsal, Çizgiler - Bir Müthiş Gelecek Bir Miş’li Geçmiş, Güldiken Yay., Ank., [1980], 48s.
• Süha Mocan, Atila Kanbir, Mustafa Doğruer, Ümit Kartoğlu, Erkan Polat, Tüy Siklet - Spor Karikatürleri, Güldiken Yay., Ank., Ocak 1981, 72s.
• Nişan G. Berberyan, Terakki Edelim Beyler, Adam Yay., İst., Kasım 1986, 152s.
• Ali Fuat Bey, Osmanlı Tokadı, Adam Yay., İst., Kasım 1986, 152s.
Salâh Bey’in Yüzleri, 40 Ambar / Sahaf& Galeri Yay., 1987, 34s.
• Cemil Cem, Silah ve Meşale, Adam Yay., İst., Ocak 1989, 238s.
• Halit Naci, Karagöz’ün Gör Dediği, Adam Yay., İst., Ocak 1989, 200 s.
• Sedat Simavi, Paramparça / Yeni Zenginler / Harp Fakirleri, Adam Yay., İst., Haziran 1993, 233s.
• Ramiz Gökçe, Gir, Kapanıyorum, Adam Yay., İst., Eylül 1992, 222s.
• Ahmet Rıfkı, Karşı, Adam Yay., İst., Haziran 1993, 220s. 
• Bedri Koraman, Siyaset Arenası, Kendi Yay., İst., Aralık 1994, 415s.
• Turhan Selçuk, İnsan Hakları - Human Rights, T.C. Kültür bakanlığı Yay., İst., 1995, 160s.
• Suavi Süalp, Zavallı Behçet, İnkılâp Kitabevi Yay.[’dan] 1. Baskı, İst., Ocak 1996, 70s.
• Adnan Veli [Kanık], Sosyete, Seçme Eserleri 1, İnkılâp Kitabevi Yay.[’dan] 1. Baskı, İst., Ocak 1996, 144s.
• Adnan Veli [Kanık], Uçan Daireler, Seçme Eserleri 2, İnkılâp Kitabevi Yay.[’dan] 1. Baskı, İst., Eylül 1996, 200s.
• Cenap Güven, Bir Mahkeme Öyküsü / Aziz Nesin Gülmece Öyküsü Ödülü-1996, İnkılâp Kitabevi Yay.[’dan] 1. Baskı, İst., Eylül 1996, 110s.
• Konur Ertop (Hazırlayan), Aziz Nesin’e Saygı / Bu Köy Hepten Delirdi mi? / Aziz Nesin Gülmece Öyküsü Ödülü-1996, Ekim 1996, 120s.
• Osman Cemal Kaygılı, Aygır Fatma, İnkılâp Kitabevi Yay.[’dan] 1. Baskı, İst., Ocak 1997, 222s.
• Abidin Dino, Kültür, Sanat ve Politika Üstüne Yazılar, Adam Yay., 1. Baskı, Ağustos 2000, 680s.
• Aziz Nesin (Genişleterek ve Güncelleştirerek Yayına Hazırlayan: Turgut Çeviker), Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı, Adam Yay.,[’dan] 1. Baskı, Ekim 2001, 734s.
• Abidin Dino, Sinan, YKY, 2. Baskı, İst., 2002, 94s.
• Turhan Selçuk, Önce Çizgi Vardı... – “çizgide 60. yıl”, Cumhuriyet Kitapları, İst., 1. Baskı, Temmuz 2003, 300s.
• Gültekin Emre (Hazırlayan), Posta Şiirleri, Dünya Yay., Eylül 2003, 122s.
Onat Kutlar Kitabı, 43. Antalya Film Festivali Yayını, Eylül 2006, 608s.
• Anonim, Karagöz Mutfakta, Çiya Yay., İst., 2010
• Julian Barnes (Türkçesi: Özcan Kabakçıoğlu), Mutfaktaki Tarifbaz, Çiya Yay., İst., 2011
• Gabriele von Arnim (Türkçesi: Sevinç Altınçekiç), Yemek, Çiya Yay., İst., 2011
• Dr.Phil. Hâmit Z. Koşay - Akile Ülkücan, Anadolu Yemekleri ve Türk Mutfağı, Çiya Yay., İst., 2011

Öğretim Görevlisi Olarak
• “Karikatür Tarihi”, Bilar A.Ş. (Halk Üniversitesi), (İst., 1982)
• “Türk Canlandırma Sineması Tarihi Dersi”, Eskişehir Anadolu Üniversitesi - Güzel Sanatlar Fakültesi - Canlandırma Sanatları Bölümü, (1996-1997)
• “Karikatür Tarihi-Karikatür Analizi Dersi”, Yeditepe Üniversitesi - İletişim Fakültesi - Gazetecilik Bölümü, (2006)

Sergiler İçin Araştırma, Kaynak Sağlama ve Kratörlük
• “Osmanlı Karikatürü Sergisi”, Karikatürcüler Derneği Galerisi (Sultanahmet) İst., 1983
• “Salâh Birsel’in 69. Yılı İçin Salâh Bey’in Yüzleri Portre Sergisi”, 40 Ambar Sahaf&Galeri (Beyoğlu Aslı Han), İst., Ekim 1987
• “Karikatürlerle Cumhuriyet Belgesel Sergisi” / 20 Ekim-3 Kasım, Pimapen Kültürevi (Osmanbey), İst., 1998
• “İki Şehir İstanbul Lizbon - İki Şair Yahya Kemal Fernando Pessoa / Two Cities Istanbul Lizbon Two Poets Yahya Kemal Fernando Pessoa”, Lizbon Belediye Sarayı Camara Municipal De Lisboa, 16/31.12.1994
• “Kent, Konut ve Yerleşim Üzerine Karikatürler - The Cıty, Homes&Settlements in Caricature (1908-1995)”, HABİTAT/HABİTART, T.C. Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Galerisi / 3-14 Haziran / June (Beyoğlu), İst., 1996
• “Fantazya Çok Para Yok / Karikatürlerle Bir Borç Ekonomisinin Tarihi / 1874-1954 (14 Ekim-15 Şubat”, Osmanlı Bankası Müzesi (Karaköy), İstanbul, 2003-04
• “Cemil Cem Sergisi”, “Cemal Nadir Güler Sergisi”, “Turhan Selçuk Sergisi”, “Necati Abacı Sergisi”, “Ramiz Gökçe Sergisi”, Eczacıbaşı Sanal Müze (sanalmuze.com), İst., 2003’den başlayarak.
• “101 Dergi - ‘Dündan Bugüne Türkiye’nin Dergileri’” (Yapı Kredi Kültür Merkezi - Arşiv Sergisi Galerisi - Beyoğlu), İst., 2001

Yayın Yönetmenliğini Üstlendiği Dergiler
Güldiken “Dört aylık mizah kültürü dergisi”, İris Yay., Sayı: 1-37, İst., 1993-06
Diyojen “Haftalık politik mizah dergisi”, Artos Yay., Sayı: 1-7, İst., 1997
Posta Kutusu “Üç aylık posta kültürü dergisi”, Dünya Yay., Sayı: 1-4, İst., 2003-04
Yemek ve Kültür, “Üç aylık yemek kültürü dergisi”, Çiya Yay., Sayı: 1-2, İst., 2005

Kurumsal Görevler
• Ankara Belediyesi Basın-Yayın Müdürlüğü’nde Kültür Sekreterliği (1979-80).
• Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık “Dergi ve Sergi Çalışma Kurulları” üyeliği, İst., 2001-03.
• Yapı Kredi Kültür Merkezi - Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi, “Mektup Arşivi Sorumluluğu”, İst., 2001-03

Kurumsal Üyelikler
• Türkiye Yazarlar Sendikası
• Edebiyatçılar Derneği

Kurumsal Kurucu Üyelikler
• TÜRSAK /Türkiye Sinema ve Audiovisüel Kültür Vakfı
• Tarih Vakfı / Türkiye Toplumsal Tarih Vakfı



31 Ekim 2011 Pazartesi

Kandilli’de Kahvaltı

Yaşam Hazretleri




Cumartesi, 22.10.2011
Bu sabah Piyâle’nin (Madra) konuklarından biri de bendim. Diğer konuklar Nora Şeni, Mukaddes-Alp Orçun, Elif-Tan Oral ve Meral-Cemal Erez çiftiydi. İki hafta önce Çiçek Pasajı’nda, Seviç’te aynı kadro buluşmuş, güzel bir akşam geçirmiştik. Kandilli buluşması o akşam kararlaştırılmıştı. Dün gece sabahladığım için, erkenden kalkamadım; saat 09.30’da çıkabildim evden ve bir taksiyle Kandilli’ye attım kendimi.

Hava kapalıydı. Belki sabah olduğu için... Taksici, doğma büyüme İstanbullu olduğunu söylüyordu. Bütün Anadolu’yu iş icabı gezdiğini, o yerleri neredeyse ayrıntılara varıncaya değen anımsadığını söylüyordu. İşini sorduğumda söylemek istemedi, doğrusu merak ettim. İnsan işini hangi durumlarda söylemek istemez? Neyse, tatlı bir sohbet sonucu beni eliyle koymuş gibi Piyâle’nin sokağına bıraktı.

Üç katlı, –modern bir biçimde yenilenmiş– dıştan ahşap görünümlü eski bir Kandilli eviydi, aradığım. İskeleye doğru akan dar sokakta kaldırım ustaları çalışıyordu harıl harıl. Bu tür bir görüntüyle nicedir karşılaşmıyordum. Çocukluğumda Çarşamba’daki (Samsun) kaldırım yenilemelerini anımsıyorum. Gece gündüz çalışıp işi bitirirlerdi. Ustalarının bir ellerinde tokmak, diğerinde kesme taş olurdu. Taş, kum zeminde yerline oturtulur, tokmakla yerleştriler ve diğer elle taşın çevresi kumla kapatılırdı. Bu hareketi öyle bir ustalıkla ve hızla yaparlardı ki, o an’a bayılırdım. Sonra yenisi için aynı hareketler gelirdi. Onları izlemek hoşuma giderdi. Türkiye yollarını şimdi asvalt, beton ve granit taşlarla döşüyor; kesme taşlar ise, Kandilli gibi eski mimarinin korunmaya(!) çalışıldığı sokaklarda bir “nostalji” unsuru olarak kullanılıyor.

Zile basıp bekliyorum. Böyle bir an’ı en son ne zaman yaşamıştım? Görünüşte de olsa ahşap bir evin kapısı önündeydim... Kapı açılacağına, üst kattan ev sahibi bakıyor –eski zamanlarda olduğu gibi– ve sonra “misafir”ini karşılıyor. Beni eski yıllara taşıyan bu an’dı. Bu an’ın, İstanbul’da ve Kandilli’de oluşu ise daha çok etkiliyor ve sevindiriyordu beni. Böyle bir an’ı yaşamış olmaktan zevk alıyordum.

Piyâle, üst kata yöneltiyor beni. Ahşap yerine kurulmuş beton ve trabzansız merdivenden ağır ağır çıkıyorum. Büyük bir salona giriyor ve olduğum yeri etrafımda dönerek tanımaya çalışıyorum. Sonra ellerimi yıkamak istiyorum. Lavabo tarafında yatak odası dışında bir odanın da olduğunu fark ediyorum. Epeyce büyük bir ev. Salon modern bir biçimde döşenmiş, duvarlarda resim yok. Lavaboya açılan boşluğun köşesinde bir yükselti üzerinde büyükçe bir tuval resmi görüyorum. Çok ilgimi çekiyor bu resim. Salonun arka bahçeye bakan geniş bir balkonu var. Balkona bakan köşede Piyâle’nin kocaman ahşap bir masası duruyor. Büyük duvarın önünde ise oturma takımı yerleşmiş, orta masada kahvaltılıklar “misafir”lerini bekliyor.

İlk gelenin ben olduğuma şaşırıyorum. Saat 10:00. Kısa bir süre sonra Nora Şeni telefon ediyor; İzmir’den. Uçmak üzeriymiş, yetişecekmiş kahvaltıya... Balkona çıkıyorum. Piyale de geliyor. Bana biraz evi ve bahçeyi anlatıyor. Büyük bir bahçe olmamasına karşın kaç çeşit meyve var. Şaşırıyorum. Bu bahçe, ağaçlarıyla birlikte korunuyormuş. Kesilemez ve bina yapılamazmış. Dilerim öyle olur. Piyâle’ye kızı Esme’yi soruyorum. Ayrı evde oturduğunu söylüyor. Bu aralar arkadaşlarıyla birlikte tiyatro yapıyormuş. Beyoğlu’nda İkinci Kat’ın ekiplerinden Serbestbölge’de “Yok oğlum, biz evdeyiz” adlı oyunda oynuyormuş.

Meral-Cemal Erez ile Elif-Tan birlikte geliyor. (Onlar Galatasaray’da, Yeni Mahalle’de aynı binada oturuyorlar.) Ev şenleniyor. Elif, bana İzmir Life dergisini getirmiş; benimle yaptığı söyleşi var içinde. Seviniyorum. Piyâle, çayları getiriyor. Başlıyoruz. Ziyafet sofrası gibi. Bir yandan konuşuyor, bir yandan kahvaltı ediyoruz. Nicedir böyle kalabalık bir kahvaltı sofrasında olmadım. Tek başına yaşadığım için, evlerde kalablık sahnelerden hoşlanıyorum. Sanırım bir aile duygusu yaratıyor bende. Birkaç saatimiz böyle sofra başında geçiyor. Kapı zili çalıyor. Geciken “misafer”ler diye düşünüyoruz...

Evet, öyle oluyor. Nora Şeni, Mukaddes-Alp Orçun giriyor salona. Onlara sofrada yer açıyoruz. Mukaddes Hanım, mutfağa gidiyor. Bir süre sonra bir koku beni oraya çekiyor. Mukaddes Hanım, mısır ekmeği pişirmesin mi? Söz sözü açıyor ve onun Ünyeli olduğunu öğreniyorum. Ferhan’dan (Şensoy), Ünyeli annesinden, Gürcü yemeklerinden söz açılıyor. Mukaddes Hanım, bir zamanların Milliyet gazetesinde Ali Gevgilli’nin sekreterliğini yaparmış. Fırın unundan yapılmış mısır ekmeği tavada kızarıyor. Ali Gevgili’nin sağlık durumunu soruyorum; yatağa bağlı olarak Amerika’da kızı ile oğlunun yanında olduğunu, eşini kaybettiğini söylüyor. Arada bir telefon ile de görüştüklerini ekliyor eşi Alp Bey ile birlikte. Ali Gevgili’nin kızı –şair– Elif ile birlikte Ultra Ajans’ta çalışmıştık 1986’da. Askerden yeni gelmiştim. Ajansın ortaklarından Salih Ecer bana çalışma olanağı yaratmıştı (toplam 8 ay).

Oturup mısır ekmeğinin de katıldığı kahvaltıyı sürdürdürüyoruz; ama daha çok da yeni gelen “misafirler”in kahvaltılarını izlemek durumunda kalıyoruz. Nora Şeni, 2 Kasım’da Fransız-Anadolu Araştırmaları Merkezi Enstitüsü’nün sezon açılışı anısına –Fransız Sarayı’nda– verilecek kokteyle davet ediyor, hepimizi... Birden bire Piyâle’nin annesi Suzan Hanım beliriyor odada; elinde bir börek tepsisiyle sanki yukarıdan aşağıya bir melek gibi inmiş fark etmemişiz. Sandalyeye oturuyor ve bir süre sohbet ediyoruz onunla. Piyâle, annesinin burnundan düşmüş desem yeridir. Hani derlerya, tam bir “İstanbul Hanımefendisi”, aynen öyle Suzan Hanım. Günler görmüş gibi oluyoruz onunla oturduğumuz dakikalarda... Yoğurtlu böreğin tarifi ve yapılışı soruluyor. Basit bir börek olduğunu söylüyor ve tarifi veriyor. Bir yandan da böreğin tadını bakıyoruz. Sanki biraz pizza gibi. Böreğin istediği gibi düşmediğini söylese de beğendiğimizi söylüyoruz. Sonra birden bire Suzan Hanım kayboluyor.

Piyâle bizi üst kata, eski ahşap evlerin tepesine kondurulan odaya çıkarıyor. Piyâle’nin asıl çalışma odasının burası olduğunu anlıyoruz. Masa, kitaplar, kâğıtlar, kartonlar, kalemler, boyalar ve tabii Piknikler, Ademler, Havvalar... Bir köşede üç cilt üst üste kitabımı, Karikatürkiye’yi görüyorum; bu güzel bir duygu yaratıyor bende. Odanın küçük balkonuna çıkıyoruz. Oradan, –daha yüksekten bakıyoruz bu sefer– bahçeye, ağaçlara. Tabii uzakta boğaz görülüyor. Çeşit çeşit ağaç dallarının ardından güzel görülüyor boğaz. Sanki bir Hoca Ali Rıza suluboyası gibi diyeceğim, ama inanmayacaksınız. Gerçekten öyle. 

Bu tür odaların, eski ahşap evlerin en nazlı çocuklarına verildiğini romanlardan ve filmlerden bildiğimi söyleyebilirim. Bu eski evlerde son nokta, “tavanarası” olurdu. Modernize edilen ahşap evler bilmem ki, hep böyle “tavanarasız” mı oluyor? Bu duygularla inerken, salonun arkaya açılan kapısız geçidin köşesindeki pufun üstünde –sanki tavanarasındaymış gibi– duran tual resmini fark ediyorum– Piyâle’nin masa koltuğunda duran çantamı almaya giderken. Çantamı omzuma çapraz olarak asarken resme doğru yaklaşıyordum. Arkadaşlar bu sırada aşağıya doğru merdivenlerden iniyordu. Resim, sanki biraz sonra oradan alınacakmış gibi iğreti bir biçimde –sırtını duvara dayamış olarak– duruyordu. Yaklaşıp bakıyorum. Eski bir zamandan kalma gibiydi. İlk görüşümde biraz Fikret Muallâ gibi geldi bana, ama değildi. Bu sefer onda biraz Komet marifeti görmüştüm. Çok ustaca yapılmış bir resimdi bu.Piyâle resmi niçin bırakmış? Şaşırıyorum! Piyâle’nin karikütürümüzü çok zenginleştiren bir dünya kurduğunu biliyorum. Buna rağmen söylüyorum bunları. 

Piyâle Madra

Sonra çıkıyoruz sokağa... Evden çıktığımda, Çarşamba’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda bulunduğum ahşap evleri düşünüyorum. Yürürken ses çıkaran döşemeleri, ahşabın kokusunu, rüzgârın evin içinden geçişini. Ağaç kurtlarının “cırt cırt” diye diye sonsuza değin çıkarttıkları sesleri. İnsan bedenine yazın armağan ettiği doyumsuz serinliği ve her şeyi... Yenilenmiş olanlar kışın kalorifer, yazın ise klimayla serinliyorlar. O sahici mekânları tanımış olan zihnim; modernize edilmiş eski bir ahşap evden kayarak geçip gidiyor...

Kandilli sırtlarında yürüyüşe koyuluyoruz... Piyâle, mihmandarımız. Dar ve biçimsiz yollardan, patikalardan yukarılara doğru tırmanıyoruz... Denizi gören bir köşe buluyorum. Yüzünü göremediğimiz beton bir evin terası olmalı. Günün ilk fotoğrafını, “Kandilli’de kahvaltı anısı" belgelensin istiyorum. Ali Bey atılıyor, incelik gösterip çekiyor fotoğrafımızı. Yanımızdan ayrılmayan mahallenin köpeği de katılıyor bize. Meral onu okşarken çıkıyor. Bu noktadan Boğaz’a bakıyoruz... Manzara büyüleyici... Bu zeminden çıkıp yürürken sağ tarafımızdaki duvarın üstünde yükselen tel kafesin ardından manzarayı bu sefer ben çekiyorum. Bu ilginç, farklı bir görüntü oluşturuyor.

Piyâle Madra, Tan-Elif Oral, Nora Şeni, Meral-Cemal Erez, Mukaddes Orçun, Turgut Çeviker > Fotoğraf: Alp Orçun

Kandili'den Kafes Ardından Boğaz'a Bakış

Piyâle, –şimdi Açık Radyo’nun yönetmeni olan– Ömer’le (Madra) evliyken Ankara’dan İstanbul’a taşındıklarında bu mahallede oturmuşlar. Büyük gösterişli siteler işgal etmiş Kandilli sırtlarını; bir değil, iki değil. Arada şöyle bir kucak büyüklüğünde boşluklar var; belli ki, oradaki haneler yanmış ve yerleri boş kalmış! Bunca binaya karşın Kandilli ağaçlarla örülü; meyveli, meyvesiz... Çiçekler ve kendilerini yükseklerden aşağılara doğru bırakmış sarmaşıklar. Hepsinin kokusu burnunuza ulaşıyor.

Sokaklar ecüş bücüş desem yeridir; böyle olduğu halde etrafa sıralanmış otomobiller paha biçilmez! Sakin sokaklar, sanki terk edilmiş gibi... Hava sabaha göre daha iyi, ama yine de fotoğraf için yeterince ışık yok. Bu nedenle şanssız bir gün... Yerlerde kurumuş yapraklar, Kandilli’yi adımlarken etkiliyor beni... Kurumuş yaprakların hışırtıları bir sonbahar müziği gibi içime işliyor... İstanbul’da ne zaman böyle eski bir semtte dolaşsam kendimi iyi hissettiğim kadar kötü de hisssederim... Bu kentin görmediğim, yaşayamadığım daha güzel, daha alımlı ve daha şiirli zamanlarını düşünürek üzülürüm. İstanbul bizim yurdumuz; edebiyatımızın sonsuz başkentidir. Bu nedenle ona yapılmış bütün kıyıcılıklar beni kahreder...    

Piyâle diyorki, bazı sitelere, geniş bahçeli yüksek kurulmuş binalara bakarak; “Biz geldiğimizde buralarda bostanlar vardı. Sebzelerimizi gelip onlardan alırdık. Salatalık mı, maydanoz mu, domates mi, ne gerekiyorsa vardı. Koyunlar, inekler, tavuklar bir çiflik gibiydi…

Piyâle ile Ömer’in ilk oturdukları iki katlı ahşap evin önüne geldiğimizde hep birlikte duruyor ve şöyle bir eve bakıyoruz. Evin üzerinde “kiralık” levhası var. Ona da –ikinci derecede tarihi ev olarak– modern modern nokunulmuş! Ancak, pasaklı bir çocuğu andırıyor. Kirlenmiş yüzü gözü. Ciddi bir onarım istiyor belli ki. Mahallenin köpeği yine yanımızda. O da bakıyor eve. Köpeklerin kulaklarına işaretler konulduktan sonra sanki daha uysallaştılar! Ya da, bizler o işareti gördüğümüzde onlara karşı ön yargılarımızdan kolayca sıyrılıyoruz. Şu varki, 1990 sonrası İstanbul’da ve Türkiye’de –insan sevgisinin tersine– hayvan sevgisinde somut, gözle görülür bir ilerleme oldu!

Biraz daha yukarıya tırmandığımızda eski Kandilli Kız Lisesi’ne ulaşıyoruz. Binanın arka tarafından geldiğimiz için, önce bahçedeki o dev direkte dalgalanan bayrağı görüyoruz. Boğaz Köprüsü’nden fark edilen birkaç bayraktan biri de buymuş demek… Binanın yan tarafı, servis kapısı; bir ikmal vasıtasından bir şeyler taşıyor çalışanlar vb. Açık olan bahçe kapısından içeri giriyor ve binayla burun buruna geliyoruz: İşte eski Kandilli Kız Lisesi; eski romanlarımızın, özellikle kadın romancılarımızın "hıçkırıklı" ana mekânlarından biri olan Kandilli Kız Lisesi. Şimdi ise şu: Sabancı Eğitim ve Kültür Vakfı. Bina ve özellikle görüş açısı muhteşem. Hele soldan aşağıya denize doğru, ana kapıya inen yol… Ve oradan, derinlerde duran dizi dizi yalıların görünüşü… Nora Şeni uyarıyor beni makinemle “poz” ararken… “Bak şu derinliği çek” diyor; “zumun var mı?” diye ekliyor. “Bu pratik makinelerde zum olmadığını söylüyorum ve hemen “manzara”yı çikmeye yöneliyorum.

Bahçedeki görevliler, bizleri iyi ve meraklı gözlerle izliyor. Sonra dönüşe geçiyoruz. Piyâle bizi farklı yollardan evinin sokağına indirmek için öne geçiyor. Mahallenin köpeği kuyruk sallayarak ve süt dökmüş bir kedi gibi yanımızda yürüyor. Sanki bizden birinin köpeği gibi hissediyor kendini… Tan Oral, biraz dikçe bir patikadan aşağı inerken, sol duvarı donatmış sarmaşıklardan etkileniyor ve onlardan birkaç dal koparıp boynuna sarıyor. Ben eşi Elif’e armağan edeceğini sanıyorum, ancak yanılıyorum. Sarmaşıklarla oynuyor, sonar bana güzel bir poz veriyor.

Meral Erez, Piyâle Madra, Tan Oral, Nora Şeni, Alp Orçun, arkada Cemal Edez


Yaklaşık bir saat süren Kandilli sırtlarındaki bu gezi sırasında, yakılmış, yıkılmış, çökmüş, çürümüş eski Kandilli’nin izlerine hâlâ tanık oluyoruz. Hâlâ varlıklı ya da meraklı bir sahibi bekleyen küçük ahşap evler... En modern taş, beton, perforje ya da tel örgü duvarlar görüyoruz; ama ahşap, basit ve fakat olağanüstü etkileyici sıradan köy duvarları ve kapıları da var. Sanırsınız ki, uzak bir Anadolu’da köyü... İstanbul veya herhangi bir modern şehir, içinde ilkel olanı da barındırıyor; birçok konuda olduğu gibi!

Dönüş yolumuz, ister istemez yokuş aşağıya oluyor. Bu durum –her an– Boğaz’lı bir manzara armağan ediyor, bizlere... Sanki köprünün üstünden bakıyor gibiyiz. Güneş tepemizde olduğu halde, cimriliği hâlâ sürüyor. Piyâle’nin Kurtbaşlar sokağına geldiğimizde duruyoruz. Artık ayrılık vaktiydi. Meral-Cemal Erez, Elif-Tan Oral’ın arabasıyla yola çıkacaktı. Bu duraklama sırasında mahellenin köpeği de bizi dinliyordu.. Herkes yerli yerine yönelirken o tek başına orada kala kalıyor.

Ben Kadıköy’e, Nora Şeni Üsküdar üzerinden Beşiktaş’a yol alacaktık. Piyâle ile vedalaşıp, Nora Hanım ile İskele’ye doğru yöneliyoruz. Onun ayakkabıları –kısa da olsa– yüksek topuk olduğu için kaldırım taşları üzerinde yürümesi güç oluyordu, fakat hiç şikâyetçi değildi. Bu kendiliğinden oluşmuş yolları seviyordu. Yaşadığı Paris’in modern ve her şeyiyle düşünülerek yapılmış düzgün yollarından sonar Kandilli’nin patikaları ona iyi gelmişti.

İskele’de bekleyen bir vapur yoktu. Köşede mangal başındaki balıkçılara sorduğumuzda, görevli odasını işaret ediyorlar. Kapıyı çalıyorum, bir süre sonra yemek sofrasından kalktığı anlaşılan bir görevli çıkıyor karşımıza. Bugün vapurun olmadığını söylüyor. İskeleye bakan çay bahçesine oturup birer çay içmeye karar veriyoruz. Nora Hanım, gazeteleri karıştırıyor bir yandan. Burada çay içerek Boğaz’a bakmak ayrı bir sevinç oluyor. Keşke bir vapur yolculuğuyla ayrılabilseydik Kandilli’den; “manzaraya tüy dikebilmek için”.


30 Ekim 2011 Pazar

“Kerem Gibi”


Yaşam Hazretleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Pazar, 12 Aralık 2010

Bugün Dostlar Tiyatrosu’nda Kerem Gibi’yi izledim. Nâzım Hikmet’in şiirlerinden kurgulayan, oynayan ve yöneten Genco Erkal. Bu gösteriyi, ilk sahnelenişinde, –Şişli’de Ümit Tiyatrosu’nda– 1975’te izlemiştim. Aradan 35 yıl sonra, aynı oyuncu ve aynı yönetmenden yeniden izlemek olağanüstüydü... Hem tiyatronun teknolojiyle ilişkisi bağlamında iyi bir fikir veriyor, hem de, 35 yıl boyunca kendini geliştirmiş, düşünce dünyasından sapmamış bir sahne adamının tutumunu da kanıtlıyor. Nâzım, kuşkusuz büyük bir şair ve büyük bir öğünç kaynağımız; ancak Genco Erkal da öyle. Onlarla ne kadar öğünsek azdır. Ne mutlu bize, ne mutlu dünyaya ki, Nâzım ve Genco var.
Genco Erkal beni davet etti, ben de iki arkadaşımı (Köksal Zerey ve Aziz Gültekin) davet ettim ve birlikte mutlu bir pazar günü geçirdik, Karaca Tiyatro’da. Oyundan sonra çoğunluğu öğrenci kızlar, onu kuliste ziyaret etmek için bekliyordu. Bir süre sonra onlar çıktı, tam kulise yönelecekken, Dostlar’ın müdürü Ahmet Kaya’yı gördüm, birlikte kulise gittik. Ve Genco Erkal ile karşılaştık. Tokalaştık. Kutladım onu. Sanki iki eski arkadaşmış gibi kucaklaştık. Çok güzel, benim için daima saklanacak bir an’dı bu.
“35 yıl önceyle karşılaştırdın mı?” dedi, hemen. Evet, dedim ve düşüncelerimi anlattım. O ilk denemenin de çok güzel olduğunu belirttim. Ayaküstü de olsa “Abdülcanbaz Sahnede”nin ana çizgilerinden söz açtım. Bugüne değin yapılmış 4 oyunun metinleri, görsel malzemeleri, müziği ve basın dosyalarından seçmeeler içerecek kitap, dedim. Dostlar’ın arşivinde basında çıkanlar 3 klasörü dolduruyormuş.  Arif Erkin’i aramamı anımsattı ve görüşmek dileğiyle ayrıldım.
         Genco Erkal'in ömrü her zaman daim olsun.

Hico’nun Karikatürleri


Güldiken Günlüğü




17 Aralık 2010
 “Hico” imzasını kullanan Hicabi Demirci, bugün Radikal’de vinyet ve resimlemeler çiziyor. Yakın bir zamana değin Milliyet’in eklerinde karikatür çiziyordu. İkinci albümü Karikatürler (Tudem - Desen Yayınları, 2010) yeni geçti elime. 22,5x28cm. boyutlarında tümüyle renkli basılmış bir karkatür albümü.

Hico’nun işlerini 1990’larda gördüm ilk kez, Milliyet’e çizdiği sıralarda. O zamanlar Milliyet Sanat Dergisi’ne veya Bedri Koraman ya da Ercan Akyol’a gittiğimde, karşılaşırdım. Kendinden çok, karikatürlerini görürdüm... Sanki, karikatürlerinden fırlamış gibiydi. Çizerlerin yarattığı tiplere benzemesi kuşkusuz çok eski bir durumdur. Beni etkileyen bir örtüşme bu. (Turhan Selçuk da böyle değil midir, özellikle Abdülcanbaz’ın da.) Bu iyi bir şey midir? Evet... Çizgi, çizerinin giysisidir bir bakıma. Çizerin kişiliği, son tahlilde işine mühürünü vurur. 
Demirci’nin çizgi dünyası, ilgimi çeken birkaç önemli “durum” ve “sorun”u düşünmeme yol açtı yeniden. Biraz önce değindiğim bir “durum” idi; ikincisi ise bir “sorun” olarak dikkatimi çekiyor: Soğukluk ve buna bağlı olarak uzaklık.
Hico, modern bir karikatürcü. Albümdeki karikatürlerinde tek bir sözcük yok. Mizahı, çizginin eğiliminde arıyor. Yalın bir çizgiyi benimsemiş; renkli işlerinde bile bu kendini gösteriyor. Karikatürlerini bilgisayarda çiziyor ve çok ustaca renklendiriyor. Bilgisayarda çizerek bir biçem yaratabilmek, özellikle renklendirmede kolay bir iş değil. Hico’nun işleri, insanda neredeyse elle çizilmiş, fotoşopta renklendirilmiş duygusu veriyor. Ama öyle değil; çizgiyi çeken belli ki, maus! Buna karşı değilim ve Hico’nun işlerini çok ustaca buluyorum. Fakat, gazetelerin magazin eklerinde çizmek durumunda kaldığı için, siyasal olandan uzak bir karikatüre yönelmiş. Albüm, birkaçı dışta tutulursa fantazi ve hayatın çeşitli alanlarında geziniyor. Gazetelerin pazar ekleri için bulunmaz karikatürler!
Hico’nun o yalın çizgi ve usta renklendirmeyle yarattığı insanlar, sanki yaşamıyorlar... Tipleri, genellikle “göz”süz. Soğukluğu yaratan bu mu diye düşündürdü beni; ne ki, “göz”lü karikatürler de “sıcak” değildi. Karikatürlerdeki soğukluk, alımlayıcıyla arasına bir uzaklık koyuyor.
Bu sözlerden sonra etkileyiçi bir karikatürden söz açacağım: Bir şişko (zengin) adam, sol eliyle önündeki pankart tutan işçiye ekmek, sağ eliyle arkasındaki Robocop’un köpeğine sosis veriyor... Albümdeki bunca soğuk ve uzak karikatürün arasında aynı çizgi ve biçemle oluşturulmuş bir karikatür bu. İçerik insanca bir konuya yöneldiğinde, karikatür yaşayan bir varlığa dönüşüyor... Bu karikatür, Hico’nun albümünü işgal etmiş onlarca işi unutturan ve seçkilere layık bir karikatür olarak parıldıyor. Bu kadar değilse de, birkaç karikatür daha var bu kitabın yumuşak doğasına aykırı.
Albüm, yüz küsür karikatür içeriyor. Bunların önemli bir bölümü intihar, ıssız ada, hırsız-polis gibi beylik magazin temaları etrafında dönüyor. Diyorum ki, bugünün modern karikatürcüsü artık bu 1950’lerin, hatta daha eskilerin temalarıyla uğraşmamalı. Gazete eklerine mi çizmek zorunda, öyleyse orada yeni bir magazin karikatürü yaratmayı hayal edebilmeli. Tekrarın tekrarı, çizeri öldürüyor. Oysa albümde Hico’nun ne denli etkili işler de yapabileceğinin örnekleri var.

Hico, tipik bir Kuzey Avrupa karikatürü kurmuş. Birçoğunu inceleme olanağı bulduğum kuzeyin soğuk ülkelerinin mizah dergilerinden tanıdığım tipler ve onların oluşturduğu karikatürler. Hayattan uzak, yaşamayan karikatürler. Bu çizgi dünyasının, bir ölçüde Orta Avrupalı Miroslav Barták’tan etkilendiğini düşünüyorum... O da soğuktur, ancak esprileri insan ve toplumdan kopuk değildir. Barták, felsefeye yakındır. Hico’nun, çizgi dünyasının temelinde canlandırma sineması estetiği de var. Bir dönem canlandırma stüdyolarında çalışş, hatta bir kısa film çekmiş. Karikatürler, neredeyse asetat üzerine çizilip boyanan resimler gibi duruyor. Canlandırma filmleri, hayatın soyut ve soğuk kopyalarıdır. Bu deneyim, karikatürcü için bir bataklığa da dönüşebilir. Türkiye’de 1960-75 arasında çok önemli karikatürcülerimiz da canlandırma filmleri çizdi; hem reklam, hem sanat alanı için. Hico’da karşıma çıkan estetik sorunları onlarda görmedim.
Epeyce yukarıda, çizerimizin çizgi ve biçemi ile kişiliği arasında bir ilişki kurmuş, bunun kötü bir şey olmadığın söylemiştim. Biraz önce ise bu çizgi dünyasını etki kaynaklarından söz açıyor ve eleştirmeye kalkıyorum. Evet, öyle... Bunda bir çelişki yok. Fakat, Hico’nun çizgi dünyası ile işleri arasında bir çelişki var gibi... Hico’nun çizgi dünyası hem kendinden, hem de dışsal etkilerden oluşmuş... Öyleyse burada bir savaş verilmeli. Çizerimiz, bu savaşı vermeye niyetli mi? 
Şu var ki, yetenekli bir çizer Hicabi Demirci; ancak kendini geliştirmeli. Büyük karikatürcüler –ya da görkemli çizgi ve biçemler– çağı, bilgisayarla ölmüştür.

Turhan Selçuk


Güldiken Günlüğü



Çarşamba, 15 Aralık 2010
Bugün Biz A.Ş.’den Turhan Selçuk bavulum geldi!
Turhan Selçuk’un sağğında Abdülcanbaz’ın bütün haklarını devralan Ferda-Osman Usul, Biz A.Ş.’de yayıncılığa hazırlanıyor. Bu yayıncılık öncelikle Abdülcanbaz ve onun yaratıcısına armağan edilecek, onun onurlandıracak bir dizi kitabı içeriyor.
Bu proje için nisandan beri Biz A.Ş. için editör olarak çalışıyorum. Uslu ailesi, Yorum Ajans’ın kurucusu; ayrıca iç içe çalışan birkaç şirket var. Bunlar içinde dijital reklamcılık ve yayıncılık işleri yapan kuruluşlar da var.
Kitaplığımdaki bütün Turhan Selçuk’lar: albümler, dergi kapakları, onun çizdiği kitap kapakları, metinler için çizilmiş resimlemeler, vb. bütün bunlar taranmak üzere Ofset Yapım’a gitti benim küçük bavulumla. Bütün görüntüler taranmış, bugün kendileri ve DVD olarak görüntüler de eve ulaştı.
Ofset Yapım’ın film stüdyosunda Orhan Bey var; ona güvenim tamdır. Onunla ilk kez, Karikatürkiye için birlikte çalıştık. Babıâli’den bir hoş insan.
 

Damdaki Mizahçı


Güldiken Günlüğü



 Pazartesi, 13 Aralık 2010
Cihan Demirci’nin Mizah Haber adlı internet sitesinde büyük karikatürcümüz Cemil Cem üzerine bir yazı okudum. Cem’in bilmediğim bir fotoğrafını da görmekten memnun oldum. Demirci, eski üstadlara düşkün, onları anmayı seviyor; bu çok takdir ettiğim bir haslet kuşkusuz. Fakat Demirci, dikkatsiz. Cemil Cem’in, Sanayi-i Nefise Mektebi’nde (Daha sonra adı Güzel Sanatlar Akadamesi olarak değiştirilecek.) müdürlük yapmıştı. Yazarımız, bu görevin tarihini 1910-12 olarak veriyor. Oysa bu yanlış. Cem için hazırladığım Silah ve Meşale’de (1989) ve Güldiken’de bir tartışma dolayısıyla yeniden yazdığım bir metinde doğru tarih yazıyor: 1921-1925. Bu bilgiyi, –bugün Mimar Sinan Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi olarak yaşamını sürdüren– DGSA’nin tarihinin kısaca anlatıldığı bir broşürde bulmak olanaklı. Asıl kaynak budur.
Demirci, bir yazısında da (“Mizah dergilerinde yazının serüveni”, İmge Öyküler, Ekim-Kasım 2005, S. 5, s. 77) Teodor Kasap’ı “Ermeni asıllı bir aydın” olarak yazmıştı. Bunu kendisine bir e-posta ile bildirmiştim. Bu metnini “pdf” formatında kendi sitesine koymuş. Metin sanal alemde başka yerlerde de vardır belki; onları değil ama kendi sitesinde “pdf” müdahale edilerek bir dipnot açılabilir ve yanlış düzeltilebilir. Dilerim bunu yapar, Demirci.
Aynı yazıda gözüme ilişen ikinci bir şüpheli nokta var. Metinde, Teodor Kasap’ın yayımladığı Diyojen’in yazarları sıralanıyor: Teodor Kasap, (Drektör) Ali (Muzaffer) Bey, Ebüzziya Tevfik, Namık Kemal ve Ahmet Mithat. Diyojen’de bütün yazılar imzasızdır; Şinasi’nin ölümü ardından birinci sayfada “Ebüzziya” imzasıyla yayımlanan kısa bir yazıdan başka. Ancak, Ahmet Mithat Efendi’nin Diyojen’de yazdığı bilgisine başka bir kaynakta rastlamadım.