9 Kasım 2011 Çarşamba

Metcük Memet

Yaşam Hazretleri


Cuma, 28 Ekim 2011
Bugün Mustafa Dağ aradı ve sınıf arkadaşım Mehmet Özden’in, nam-ı diğer Metcük Memet’i kaybettiğimizi söyledi. Bir gözü epey önce alınmıştı kanserden. Birkaç ay önce ise İstanbul’a yeni bir amelyat için geldiğini yine Mustafa’dan öğrenmiştim. Ancak ziyaretçi yasağı vardı, görüşememiştik. İzin olsaydı Ali Hikmet’le birlikte onu görmeye gidecektik... Kısa bir zaman sonra Samsun’a dönmüşlerdi.

Bizim kuşak da bir bir dökülmeye başladı. Anımsayabildiklerim: Yüksel Çoban, Yaşar Gömeç, (Göden) Sami Han, Hacı, (Yaykün) İbrahim Ak... Çarşamba’dan uzakta olduğum için bu dostlarımı uğurlayamadım. 1977’de Yüksel için yaşadığım yolculuk eziyetini hiç unutmuyorum... Haberi aldığım gece dışardaydik, Ali’yle birlikte; Enver Gökçe için –Yeni Melek Sineması’nda– düzenlenen geceye katılmıştık.

Geceyi sanırım Tahir Abacı ve arkadaşları hazırlamıştı. O sıralar Enver Gökçe’nin Panzerler Üstümüze Kalkar adlı kitabı yayımlanmıştı. Gökçe’nin, Gesinoviç’ten çevirdiği Pugaçev Ayaklanması’nı da yanıma alıp gitmiştim o geceye. Dost Dost İlle Kavga’yı da ekleyerek üç kitabını da imzalatmıştım.

Gece, emniyetin bütün engellemlerine karşın yapılabilmişti. İzin güçlükle alınabilmişti. Salon dolmuştu, ancak polisin “bomba ihbarı” var demesi üzerine salon boşaltılmış, Enver Gökçe’yi sevenler yıldırılmak istenmişti. Sanırım yarım ile bir saat arası bir zaman sonra, çoğalarak salon yine dolmuştu. Konuşmacılar arasında Tahir Abacı ile Can Yücel’i anımsıyorum. Büyük yergici Can Yücel şöyle başlamıştı söze: “Evet, bu gece burada bir bomba var, o Enver Gökçe’dir”. Salon kahkahadan kırılmıştı... Bu söz, o dönem bir anektod olarak dilden dile dolaşmıştı. 

Geceyarısı eve geldiğimde kapı koluna bantlanmış üzerinde “yıldırım” yazan bir telgraf beni bekliyordu; hemen açıp okumuştum... Şanssızlığın böylesi... Atlayıp Harbiye’den Harem’e gitmiştim taksiyle. Harem’den –Ankara’ya– son otobüsün on dakika önce kalktığı söylenmişti. Yeniden bir taksiyle atlayıp, otobüsü yolda yakaladık. Ankara’ya gidiyordu. Taksici, öylesine az para almıştıki benden, onu hiç unutmuyorum. Böyle bir durumdan kendine fırsat yaratmamış, temiz bir insandı.

Ankara Otogar’ı o zamanlar Hipodrum’un karşısındaydı. Samsun’a gidecek hiçbir otobüs ile öğle vakti Çarşamba’da olamıyordum. Uçakla gitmek istedim, param yetişmiyordu. Bir iki arkadaşım vardı Ankara’da, ancak pazar olduğu için iş yerleri kapalıydı. Keçiören’de oturan arkadaşım Atila Canbaz’ın adresi vardı; bir biçimde evine gittim. Meğerse ertesi gün üniversite sınavları varmış; o baldızını sınava gireceği okulu görmek üzere ona eşlik ediyormuş. Kapıda konuştuğum kişi sanırım eşiydi. Evi bulabilmek için o kadar çok yürümüştüm ki, ayaklarım kırılmış; hayalarım ağırmış, adım atamaz hale gelmiştim. O halimle, kös kös dönmüştüm otogara ve Ordu’ya giden bir otobüse yığılmıştım.

Çarşamba’ya vardığımda saat 22:00 idi. Bizim eve bile uğramadan Yıldız Sineması’nın arkasındaki Çoban’ların evine gitmiştim. Hersek acı ve gözyaşı içindeydi... Yüksel’in amcası Murat ağabey, “Gömme işini olabildiğince ağırdan aldık, ama yetişemedin” demişti.

İşte böyle, ben Çarşamba’da annem ve babam dışında –Saniye Teyzem dahil– sevdiğim birçok akrabamı, dostumu, arkadaşımı, komşumu son yolculuğunda uğurlayamadım. Bunun acısı daima içimde durur.
Mehmet Özden dahil hepsinin anıları aramızda daima yaşasın diyorum.
Benim duam budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder