Yaşam Hazretleri
Cumartesi, 22.10.2011
Bu sabah Piyâle’nin (Madra) konuklarından biri de bendim. Diğer konuklar Nora Şeni, Mukaddes-Alp Orçun, Elif-Tan Oral ve Meral-Cemal Erez çiftiydi. İki hafta önce Çiçek Pasajı’nda, Seviç’te aynı kadro buluşmuş, güzel bir akşam geçirmiştik. Kandilli buluşması o akşam kararlaştırılmıştı. Dün gece sabahladığım için, erkenden kalkamadım; saat 09.30’da çıkabildim evden ve bir taksiyle Kandilli’ye attım kendimi.
Hava kapalıydı. Belki sabah olduğu için... Taksici, doğma büyüme İstanbullu olduğunu söylüyordu. Bütün Anadolu’yu iş icabı gezdiğini, o yerleri neredeyse ayrıntılara varıncaya değen anımsadığını söylüyordu. İşini sorduğumda söylemek istemedi, doğrusu merak ettim. İnsan işini hangi durumlarda söylemek istemez? Neyse, tatlı bir sohbet sonucu beni eliyle koymuş gibi Piyâle’nin sokağına bıraktı.
Üç katlı, –modern bir biçimde yenilenmiş– dıştan ahşap görünümlü eski bir Kandilli eviydi, aradığım. İskeleye doğru akan dar sokakta kaldırım ustaları çalışıyordu harıl harıl. Bu tür bir görüntüyle nicedir karşılaşmıyordum. Çocukluğumda Çarşamba’daki (Samsun) kaldırım yenilemelerini anımsıyorum. Gece gündüz çalışıp işi bitirirlerdi. Ustalarının bir ellerinde tokmak, diğerinde kesme taş olurdu. Taş, kum zeminde yerline oturtulur, tokmakla yerleştriler ve diğer elle taşın çevresi kumla kapatılırdı. Bu hareketi öyle bir ustalıkla ve hızla yaparlardı ki, o an’a bayılırdım. Sonra yenisi için aynı hareketler gelirdi. Onları izlemek hoşuma giderdi. Türkiye yollarını şimdi asvalt, beton ve granit taşlarla döşüyor; kesme taşlar ise, Kandilli gibi eski mimarinin korunmaya(!) çalışıldığı sokaklarda bir “nostalji” unsuru olarak kullanılıyor.
Zile basıp bekliyorum. Böyle bir an’ı en son ne zaman yaşamıştım? Görünüşte de olsa ahşap bir evin kapısı önündeydim... Kapı açılacağına, üst kattan ev sahibi bakıyor –eski zamanlarda olduğu gibi– ve sonra “misafir”ini karşılıyor. Beni eski yıllara taşıyan bu an’dı. Bu an’ın, İstanbul’da ve Kandilli’de oluşu ise daha çok etkiliyor ve sevindiriyordu beni. Böyle bir an’ı yaşamış olmaktan zevk alıyordum.
Piyâle, üst kata yöneltiyor beni. Ahşap yerine kurulmuş beton ve trabzansız merdivenden ağır ağır çıkıyorum. Büyük bir salona giriyor ve olduğum yeri etrafımda dönerek tanımaya çalışıyorum. Sonra ellerimi yıkamak istiyorum. Lavabo tarafında yatak odası dışında bir odanın da olduğunu fark ediyorum. Epeyce büyük bir ev. Salon modern bir biçimde döşenmiş, duvarlarda resim yok. Lavaboya açılan boşluğun köşesinde bir yükselti üzerinde büyükçe bir tuval resmi görüyorum. Çok ilgimi çekiyor bu resim. Salonun arka bahçeye bakan geniş bir balkonu var. Balkona bakan köşede Piyâle’nin kocaman ahşap bir masası duruyor. Büyük duvarın önünde ise oturma takımı yerleşmiş, orta masada kahvaltılıklar “misafir”lerini bekliyor.
İlk gelenin ben olduğuma şaşırıyorum. Saat 10:00. Kısa bir süre sonra Nora Şeni telefon ediyor; İzmir’den. Uçmak üzeriymiş, yetişecekmiş kahvaltıya... Balkona çıkıyorum. Piyale de geliyor. Bana biraz evi ve bahçeyi anlatıyor. Büyük bir bahçe olmamasına karşın kaç çeşit meyve var. Şaşırıyorum. Bu bahçe, ağaçlarıyla birlikte korunuyormuş. Kesilemez ve bina yapılamazmış. Dilerim öyle olur. Piyâle’ye kızı Esme’yi soruyorum. Ayrı evde oturduğunu söylüyor. Bu aralar arkadaşlarıyla birlikte tiyatro yapıyormuş. Beyoğlu’nda İkinci Kat’ın ekiplerinden Serbestbölge’de “Yok oğlum, biz evdeyiz” adlı oyunda oynuyormuş.
Meral-Cemal Erez ile Elif-Tan birlikte geliyor. (Onlar Galatasaray’da, Yeni Mahalle’de aynı binada oturuyorlar.) Ev şenleniyor. Elif, bana İzmir Life dergisini getirmiş; benimle yaptığı söyleşi var içinde. Seviniyorum. Piyâle, çayları getiriyor. Başlıyoruz. Ziyafet sofrası gibi. Bir yandan konuşuyor, bir yandan kahvaltı ediyoruz. Nicedir böyle kalabalık bir kahvaltı sofrasında olmadım. Tek başına yaşadığım için, evlerde kalablık sahnelerden hoşlanıyorum. Sanırım bir aile duygusu yaratıyor bende. Birkaç saatimiz böyle sofra başında geçiyor. Kapı zili çalıyor. Geciken “misafer”ler diye düşünüyoruz...
Evet, öyle oluyor. Nora Şeni, Mukaddes-Alp Orçun giriyor salona. Onlara sofrada yer açıyoruz. Mukaddes Hanım, mutfağa gidiyor. Bir süre sonra bir koku beni oraya çekiyor. Mukaddes Hanım, mısır ekmeği pişirmesin mi? Söz sözü açıyor ve onun Ünyeli olduğunu öğreniyorum. Ferhan’dan (Şensoy), Ünyeli annesinden, Gürcü yemeklerinden söz açılıyor. Mukaddes Hanım, bir zamanların Milliyet gazetesinde Ali Gevgilli’nin sekreterliğini yaparmış. Fırın unundan yapılmış mısır ekmeği tavada kızarıyor. Ali Gevgili’nin sağlık durumunu soruyorum; yatağa bağlı olarak Amerika’da kızı ile oğlunun yanında olduğunu, eşini kaybettiğini söylüyor. Arada bir telefon ile de görüştüklerini ekliyor eşi Alp Bey ile birlikte. Ali Gevgili’nin kızı –şair– Elif ile birlikte Ultra Ajans’ta çalışmıştık 1986’da. Askerden yeni gelmiştim. Ajansın ortaklarından Salih Ecer bana çalışma olanağı yaratmıştı (toplam 8 ay).
Oturup mısır ekmeğinin de katıldığı kahvaltıyı sürdürdürüyoruz; ama daha çok da yeni gelen “misafirler”in kahvaltılarını izlemek durumunda kalıyoruz. Nora Şeni, 2 Kasım’da Fransız-Anadolu Araştırmaları Merkezi Enstitüsü’nün sezon açılışı anısına –Fransız Sarayı’nda– verilecek kokteyle davet ediyor, hepimizi... Birden bire Piyâle’nin annesi Suzan Hanım beliriyor odada; elinde bir börek tepsisiyle sanki yukarıdan aşağıya bir melek gibi inmiş fark etmemişiz. Sandalyeye oturuyor ve bir süre sohbet ediyoruz onunla. Piyâle, annesinin burnundan düşmüş desem yeridir. Hani derlerya, tam bir “İstanbul Hanımefendisi”, aynen öyle Suzan Hanım. Günler görmüş gibi oluyoruz onunla oturduğumuz dakikalarda... Yoğurtlu böreğin tarifi ve yapılışı soruluyor. Basit bir börek olduğunu söylüyor ve tarifi veriyor. Bir yandan da böreğin tadını bakıyoruz. Sanki biraz pizza gibi. Böreğin istediği gibi düşmediğini söylese de beğendiğimizi söylüyoruz. Sonra birden bire Suzan Hanım kayboluyor.
Piyâle bizi üst kata, eski ahşap evlerin tepesine kondurulan odaya çıkarıyor. Piyâle’nin asıl çalışma odasının burası olduğunu anlıyoruz. Masa, kitaplar, kâğıtlar, kartonlar, kalemler, boyalar ve tabii Piknikler, Ademler, Havvalar... Bir köşede üç cilt üst üste kitabımı, Karikatürkiye’yi görüyorum; bu güzel bir duygu yaratıyor bende. Odanın küçük balkonuna çıkıyoruz. Oradan, –daha yüksekten bakıyoruz bu sefer– bahçeye, ağaçlara. Tabii uzakta boğaz görülüyor. Çeşit çeşit ağaç dallarının ardından güzel görülüyor boğaz. Sanki bir Hoca Ali Rıza suluboyası gibi diyeceğim, ama inanmayacaksınız. Gerçekten öyle.
Piyâle bizi üst kata, eski ahşap evlerin tepesine kondurulan odaya çıkarıyor. Piyâle’nin asıl çalışma odasının burası olduğunu anlıyoruz. Masa, kitaplar, kâğıtlar, kartonlar, kalemler, boyalar ve tabii Piknikler, Ademler, Havvalar... Bir köşede üç cilt üst üste kitabımı, Karikatürkiye’yi görüyorum; bu güzel bir duygu yaratıyor bende. Odanın küçük balkonuna çıkıyoruz. Oradan, –daha yüksekten bakıyoruz bu sefer– bahçeye, ağaçlara. Tabii uzakta boğaz görülüyor. Çeşit çeşit ağaç dallarının ardından güzel görülüyor boğaz. Sanki bir Hoca Ali Rıza suluboyası gibi diyeceğim, ama inanmayacaksınız. Gerçekten öyle.
Bu tür odaların, eski ahşap evlerin en nazlı çocuklarına verildiğini romanlardan ve filmlerden bildiğimi söyleyebilirim. Bu eski evlerde son nokta, “tavanarası” olurdu. Modernize edilen ahşap evler bilmem ki, hep böyle “tavanarasız” mı oluyor? Bu duygularla inerken, salonun arkaya açılan kapısız geçidin köşesindeki pufun üstünde –sanki tavanarasındaymış gibi– duran tual resmini fark ediyorum– Piyâle’nin masa koltuğunda duran çantamı almaya giderken. Çantamı omzuma çapraz olarak asarken resme doğru yaklaşıyordum. Arkadaşlar bu sırada aşağıya doğru merdivenlerden iniyordu. Resim, sanki biraz sonra oradan alınacakmış gibi iğreti bir biçimde –sırtını duvara dayamış olarak– duruyordu. Yaklaşıp bakıyorum. Eski bir zamandan kalma gibiydi. İlk görüşümde biraz Fikret Muallâ gibi geldi bana, ama değildi. Bu sefer onda biraz Komet marifeti görmüştüm. Çok ustaca yapılmış bir resimdi bu.Piyâle resmi niçin bırakmış? Şaşırıyorum! Piyâle’nin karikütürümüzü çok zenginleştiren bir dünya kurduğunu biliyorum. Buna rağmen söylüyorum bunları.
Piyâle Madra |
Sonra çıkıyoruz sokağa... Evden çıktığımda, Çarşamba’da geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda bulunduğum ahşap evleri düşünüyorum. Yürürken ses çıkaran döşemeleri, ahşabın kokusunu, rüzgârın evin içinden geçişini. Ağaç kurtlarının “cırt cırt” diye diye sonsuza değin çıkarttıkları sesleri. İnsan bedenine yazın armağan ettiği doyumsuz serinliği ve her şeyi... Yenilenmiş olanlar kışın kalorifer, yazın ise klimayla serinliyorlar. O sahici mekânları tanımış olan zihnim; modernize edilmiş eski bir ahşap evden kayarak geçip gidiyor...
Kandilli sırtlarında yürüyüşe koyuluyoruz... Piyâle, mihmandarımız. Dar ve biçimsiz yollardan, patikalardan yukarılara doğru tırmanıyoruz... Denizi gören bir köşe buluyorum. Yüzünü göremediğimiz beton bir evin terası olmalı. Günün ilk fotoğrafını, “Kandilli’de kahvaltı anısı" belgelensin istiyorum. Ali Bey atılıyor, incelik gösterip çekiyor fotoğrafımızı. Yanımızdan ayrılmayan mahallenin köpeği de katılıyor bize. Meral onu okşarken çıkıyor. Bu noktadan Boğaz’a bakıyoruz... Manzara büyüleyici... Bu zeminden çıkıp yürürken sağ tarafımızdaki duvarın üstünde yükselen tel kafesin ardından manzarayı bu sefer ben çekiyorum. Bu ilginç, farklı bir görüntü oluşturuyor.
Piyâle Madra, Tan-Elif Oral, Nora Şeni, Meral-Cemal Erez, Mukaddes Orçun, Turgut Çeviker > Fotoğraf: Alp Orçun |
Kandili'den Kafes Ardından Boğaz'a Bakış |
Piyâle, –şimdi Açık Radyo’nun yönetmeni olan– Ömer’le (Madra) evliyken Ankara’dan İstanbul’a taşındıklarında bu mahallede oturmuşlar. Büyük gösterişli siteler işgal etmiş Kandilli sırtlarını; bir değil, iki değil. Arada şöyle bir kucak büyüklüğünde boşluklar var; belli ki, oradaki haneler yanmış ve yerleri boş kalmış! Bunca binaya karşın Kandilli ağaçlarla örülü; meyveli, meyvesiz... Çiçekler ve kendilerini yükseklerden aşağılara doğru bırakmış sarmaşıklar. Hepsinin kokusu burnunuza ulaşıyor.
Sokaklar ecüş bücüş desem yeridir; böyle olduğu halde etrafa sıralanmış otomobiller paha biçilmez! Sakin sokaklar, sanki terk edilmiş gibi... Hava sabaha göre daha iyi, ama yine de fotoğraf için yeterince ışık yok. Bu nedenle şanssız bir gün... Yerlerde kurumuş yapraklar, Kandilli’yi adımlarken etkiliyor beni... Kurumuş yaprakların hışırtıları bir sonbahar müziği gibi içime işliyor... İstanbul’da ne zaman böyle eski bir semtte dolaşsam kendimi iyi hissettiğim kadar kötü de hisssederim... Bu kentin görmediğim, yaşayamadığım daha güzel, daha alımlı ve daha şiirli zamanlarını düşünürek üzülürüm. İstanbul bizim yurdumuz; edebiyatımızın sonsuz başkentidir. Bu nedenle ona yapılmış bütün kıyıcılıklar beni kahreder...
Piyâle diyorki, bazı sitelere, geniş bahçeli yüksek kurulmuş binalara bakarak; “Biz geldiğimizde buralarda bostanlar vardı. Sebzelerimizi gelip onlardan alırdık. Salatalık mı, maydanoz mu, domates mi, ne gerekiyorsa vardı. Koyunlar, inekler, tavuklar bir çiflik gibiydi…”
Piyâle ile Ömer’in ilk oturdukları iki katlı ahşap evin önüne geldiğimizde hep birlikte duruyor ve şöyle bir eve bakıyoruz. Evin üzerinde “kiralık” levhası var. Ona da –ikinci derecede tarihi ev olarak– modern modern nokunulmuş! Ancak, pasaklı bir çocuğu andırıyor. Kirlenmiş yüzü gözü. Ciddi bir onarım istiyor belli ki. Mahallenin köpeği yine yanımızda. O da bakıyor eve. Köpeklerin kulaklarına işaretler konulduktan sonra sanki daha uysallaştılar! Ya da, bizler o işareti gördüğümüzde onlara karşı ön yargılarımızdan kolayca sıyrılıyoruz. Şu varki, 1990 sonrası İstanbul’da ve Türkiye’de –insan sevgisinin tersine– hayvan sevgisinde somut, gözle görülür bir ilerleme oldu!
Biraz daha yukarıya tırmandığımızda eski Kandilli Kız Lisesi’ne ulaşıyoruz. Binanın arka tarafından geldiğimiz için, önce bahçedeki o dev direkte dalgalanan bayrağı görüyoruz. Boğaz Köprüsü’nden fark edilen birkaç bayraktan biri de buymuş demek… Binanın yan tarafı, servis kapısı; bir ikmal vasıtasından bir şeyler taşıyor çalışanlar vb. Açık olan bahçe kapısından içeri giriyor ve binayla burun buruna geliyoruz: İşte eski Kandilli Kız Lisesi; eski romanlarımızın, özellikle kadın romancılarımızın "hıçkırıklı" ana mekânlarından biri olan Kandilli Kız Lisesi. Şimdi ise şu: Sabancı Eğitim ve Kültür Vakfı. Bina ve özellikle görüş açısı muhteşem. Hele soldan aşağıya denize doğru, ana kapıya inen yol… Ve oradan, derinlerde duran dizi dizi yalıların görünüşü… Nora Şeni uyarıyor beni makinemle “poz” ararken… “Bak şu derinliği çek” diyor; “zumun var mı?” diye ekliyor. “Bu pratik makinelerde zum olmadığını söylüyorum ve hemen “manzara”yı çikmeye yöneliyorum.
Bahçedeki görevliler, bizleri iyi ve meraklı gözlerle izliyor. Sonra dönüşe geçiyoruz. Piyâle bizi farklı yollardan evinin sokağına indirmek için öne geçiyor. Mahallenin köpeği kuyruk sallayarak ve süt dökmüş bir kedi gibi yanımızda yürüyor. Sanki bizden birinin köpeği gibi hissediyor kendini… Tan Oral, biraz dikçe bir patikadan aşağı inerken, sol duvarı donatmış sarmaşıklardan etkileniyor ve onlardan birkaç dal koparıp boynuna sarıyor. Ben eşi Elif’e armağan edeceğini sanıyorum, ancak yanılıyorum. Sarmaşıklarla oynuyor, sonar bana güzel bir poz veriyor.
Meral Erez, Piyâle Madra, Tan Oral, Nora Şeni, Alp Orçun, arkada Cemal Edez |
Yaklaşık bir saat süren Kandilli sırtlarındaki bu gezi sırasında, yakılmış, yıkılmış, çökmüş, çürümüş eski Kandilli’nin izlerine hâlâ tanık oluyoruz. Hâlâ varlıklı ya da meraklı bir sahibi bekleyen küçük ahşap evler... En modern taş, beton, perforje ya da tel örgü duvarlar görüyoruz; ama ahşap, basit ve fakat olağanüstü etkileyici sıradan köy duvarları ve kapıları da var. Sanırsınız ki, uzak bir Anadolu’da köyü... İstanbul veya herhangi bir modern şehir, içinde ilkel olanı da barındırıyor; birçok konuda olduğu gibi!
Dönüş yolumuz, ister istemez yokuş aşağıya oluyor. Bu durum –her an– Boğaz’lı bir manzara armağan ediyor, bizlere... Sanki köprünün üstünden bakıyor gibiyiz. Güneş tepemizde olduğu halde, cimriliği hâlâ sürüyor. Piyâle’nin Kurtbaşlar sokağına geldiğimizde duruyoruz. Artık ayrılık vaktiydi. Meral-Cemal Erez, Elif-Tan Oral’ın arabasıyla yola çıkacaktı. Bu duraklama sırasında mahellenin köpeği de bizi dinliyordu.. Herkes yerli yerine yönelirken o tek başına orada kala kalıyor.
Ben Kadıköy’e, Nora Şeni Üsküdar üzerinden Beşiktaş’a yol alacaktık. Piyâle ile vedalaşıp, Nora Hanım ile İskele’ye doğru yöneliyoruz. Onun ayakkabıları –kısa da olsa– yüksek topuk olduğu için kaldırım taşları üzerinde yürümesi güç oluyordu, fakat hiç şikâyetçi değildi. Bu kendiliğinden oluşmuş yolları seviyordu. Yaşadığı Paris’in modern ve her şeyiyle düşünülerek yapılmış düzgün yollarından sonar Kandilli’nin patikaları ona iyi gelmişti.
İskele’de bekleyen bir vapur yoktu. Köşede mangal başındaki balıkçılara sorduğumuzda, görevli odasını işaret ediyorlar. Kapıyı çalıyorum, bir süre sonra yemek sofrasından kalktığı anlaşılan bir görevli çıkıyor karşımıza. Bugün vapurun olmadığını söylüyor. İskeleye bakan çay bahçesine oturup birer çay içmeye karar veriyoruz. Nora Hanım, gazeteleri karıştırıyor bir yandan. Burada çay içerek Boğaz’a bakmak ayrı bir sevinç oluyor. Keşke bir vapur yolculuğuyla ayrılabilseydik Kandilli’den; “manzaraya tüy dikebilmek için”.