Yaşam Hazretleri
Vapurda gazete okudum. Tehlikesiz bir yolculuk oldu.
Bir taksiye atladım. Çok yumuşak bir taksiciydi. Bu havada, Boğazkesen’in solundan –yani Tophane-i Âmire’nin yanındaki dik yokuştan Cihangir’e gitmek isteyen bir yolcuya hayatta en yumuşak davranmış taksici bu olmalıydı.
Cihangir Meydanı’nda indim, çise, kalın bir sulu kara dönüşmüştü; şemsiyemi açmadan saçaklardan hızla yol aldım ve Türkali’nin ziline bastım. Yardımcı kadın Elif Hanım açtı kapıyı (en son gelişimde bir Gürcü kadın vardı, Gürcstan’dan gelip-giden). Biraz beklememi istedi antredeki koltukta. İçerde oğul Barış ile torun Yusuf varmış. Sonra eğildi, “Merih Hanım kalça kemiğini kırdı, yatıyor. İstersen onu görüver” dedi.
Kalktım ve Merih Hanım’ın odasına gitti. Yatıyordu. Çok zayıflamıştı. Yatağın yanındaki sandalyeye oturdum ve uzattığı incecik elini tuttum. Elif Hanım’a “Kim?” der gibi bakıyordu. Ben yanıtladım. Merih Hanım ile uzak aralıklarla karşılaştığım için beni her zaman yeni gördüğ bir kişi olarak algılar... Onu ilk kez 1972’de Kurtuluş’taki evde görmüştüm, birkaç kez. Şimdi çok ileri bir yaşta; adeta kâğıt gibi incecik kalmış... Kalça kemiği kırıldığında bu yaşta durum vahim sayılır. Vedat Hoca da 3-5 yıl önce kırdı aynı şekilde kalça kemiğini. İstanbul ve sonra Londra’da amelyat oldu. Şükür roman yazabilecek denli iyileşti.
Sevgili annem de ayak kemiği kırılmıştı. Sol ayak kemiği uzunlamasına çatlamıştı daha doğrusu. Amelyattan sonra iki ay yaşayabilmişti. Sağ ayaktaki kireçlenmede eklenince, kıpırdayamaz olmuştu. İster istemez annemi de anımsadım, Merih Hanım’ın yanında.
Barış geldi, merabalaştık; sonra annesinin elini öpüp ayrıldı. Ben yan odaya Hoca’nın yanına geçtim. Ellini sıktım. Sonra paketi açıp Karikatürkiye’yi masasına koydum. “İşte son uğraşım” dedim. Baktı ve biraz karıştırdı, sonra söyleşmeye başladık. Birkaç kez aramış, ancak ulaşamamış bana. Yeni romanı için gerekli olan bazı kaynaklar için... Yeni romanını sormadım, ancak roman yazmaya kalkışacak kadar iyi olduğunu anlamış oldum ve bundan büyük bir sevinç duydum. Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni yazarken romanın son demlerine doğru şöyle demişti, “Bir kasaba dolusu insan kafamda geziniyor, bir an önce onlardan kurtulmak istiyorum!”
Kitaptan aldığım telifin miktarını anlamak istedi (Beni düşündüğü için, verdiğim emeklerin karşılığını alıp alamadığımı anlamak istiyordu.). Telif ücretimin yüzde on olduğunu söyledim. Elime geçen parayı az buldu. Bu kitabın bana dört yıl baktığını, telif konusunda pazarlık gücüm olmadığını ve telif ölçüsünden memnun olduğumu ekledim. Kendi telif gelirleriyle benimkinin karşılaştırılamayacağını söyledim.
Dizi film olarak çekilen Fatmagül’ün Suçu Ne? için iyi bir telif almış. İlk adı Umutsuz Şafaklar bu filmden söz açılınca “O zaman çekebilseydim çok başka olacaktı” dedi. Sansür izin vermeyince alel acele, birkaç günde yazdığım Korkusuz Âşıklar’ı [1972] çekmek zorunda kaldım. Çünkü Naci Duru’nun (Duru Film) filme ihtiyacı vardı.”
"Umutsuz Şafaklar" çekilememişti ama, ben Hoca’nın ikinci yardımcısı olarak Korkuteli’ne giden ekibe katılıvermiştim. Duru Film ile sözleşme bile imzalamıştım.
“Ne çok zaman geçti” dedi, Hoca, “Sen gencecik, uzun boylu kuru bir gençtin. Saçların up uzundu. Şimdi saçların gitti, kilo aldın, yaşlandın.” Epeydir karşı karşıya böyle konuşmamıştık Hoca'mla. “Evet dedim, ben de yaşlandım. Ancak yaşadıklarımdan şikâyetim yok. Bir biçimde yapmak istediklerimin ardından koştum. Sinema olmazsa Babıâli, ayakta kalmaya, hayallerimi gerçekleştirmeye çalıştım.”
“Korkusuz Âşıklar’da oynattığım, hani sana emanet ettiğim o kız nerelerde acaba, biliyor musun?” dedi. O anda adını ikimizin de anımsayamadığı, ancak bu satırları yazarken adı aklıma düşen o güzel Çerkez kızı Aysun Güven’di. Neredeyse ikimiz birden “Çok iyi, güzel bir kızdı, ama oyunculuğa elvirişli değildi” diye andık Aysun’u. Film ekibinde ona kanca atmak isteyen isteyene idi. Bunu farkedince Hoca, şöyle demişti çalışmamızın ilk günlerinin bir akşamında, otel odasında: “Bu kız sana emanet. Onu gözünden ayırmayacaksın.”
Hoca bugün, Samsun’dan Çarşamba’dan da söz açtı. Samsun’da doğma büyüme, –kaçak günlerinde– Çarşamba’da evlenmiş. Ayrıca Çarşamba’da akrabaları da varmış. Soyadı veremeden birçok isim ve meslek sıraladı, ancak benim 70 yıl öncesi Çarşamba’dan isimden yola çıkarak insanları tanıyabilmem olanaksızdı. Henüz trenin kurulmadan önceki yıllarından bile söz açtı ki, şaşırdım.
Sonra, 3-4 yaşlarındayken annesiyle birlikte trenle Çarşamba’ya gidişlerini anlattı. Çarşamba-Samsun tren hattının temeli 1924’te Atatürk tarafından atıldı; ancak kaç yılında çalışmaya başladı, bilmiyorum. 1930 olabilir. Hoca, Samsun’daki yaşantılarından da söz etti epeyce. Derbent’teki muhacir köyünden söz açtı, örneğin. Sevgili Hoca'mla epeydir bu denli eskilerden konuşmamıştık (Keşke bir kayıt cıhazı olsaymış yanımda).
Ona nicedir sormak istediğim soruyu bugün yöneltebildim:
– Hocam, anılarınızı yazmak istemiyor musunuz?
– Çok söylendi bu bana, ama istemedim. Yazarsam çoklarının canı yanar... dedi.
– Anılarınız çok önemli...
– Oğlum, artık zamanım da kalmadı... Bir roman daha yazmaya cesaret ettim...
Akşam, geceye doğru yol almıştı. Kalktım ve Vedat Hoca’mın ellerini sıkıp ayrıldım.
“Arada bir ara” diye seslendi arkamdan.
•
Ek Metin:
Cumartesi, 11 Aralık 2010
İskeleye geldiğimde Boğaz’ın yolculuğa hiç de elverişli olmadığını gördüm, ne ki geri dönemezdim. Aylardır Vedat Hoca’yı (Türkali) görmemiştim. Ona kitabımı (Karikatürkiye / 1923-2008) götürmeli; ona görünmeli ve onu görmeliydim. Yılda en az birkaç kez yaptığım bir ziyaretti bu.Vapurda gazete okudum. Tehlikesiz bir yolculuk oldu.
Bir taksiye atladım. Çok yumuşak bir taksiciydi. Bu havada, Boğazkesen’in solundan –yani Tophane-i Âmire’nin yanındaki dik yokuştan Cihangir’e gitmek isteyen bir yolcuya hayatta en yumuşak davranmış taksici bu olmalıydı.
Cihangir Meydanı’nda indim, çise, kalın bir sulu kara dönüşmüştü; şemsiyemi açmadan saçaklardan hızla yol aldım ve Türkali’nin ziline bastım. Yardımcı kadın Elif Hanım açtı kapıyı (en son gelişimde bir Gürcü kadın vardı, Gürcstan’dan gelip-giden). Biraz beklememi istedi antredeki koltukta. İçerde oğul Barış ile torun Yusuf varmış. Sonra eğildi, “Merih Hanım kalça kemiğini kırdı, yatıyor. İstersen onu görüver” dedi.
Kalktım ve Merih Hanım’ın odasına gitti. Yatıyordu. Çok zayıflamıştı. Yatağın yanındaki sandalyeye oturdum ve uzattığı incecik elini tuttum. Elif Hanım’a “Kim?” der gibi bakıyordu. Ben yanıtladım. Merih Hanım ile uzak aralıklarla karşılaştığım için beni her zaman yeni gördüğ bir kişi olarak algılar... Onu ilk kez 1972’de Kurtuluş’taki evde görmüştüm, birkaç kez. Şimdi çok ileri bir yaşta; adeta kâğıt gibi incecik kalmış... Kalça kemiği kırıldığında bu yaşta durum vahim sayılır. Vedat Hoca da 3-5 yıl önce kırdı aynı şekilde kalça kemiğini. İstanbul ve sonra Londra’da amelyat oldu. Şükür roman yazabilecek denli iyileşti.
Sevgili annem de ayak kemiği kırılmıştı. Sol ayak kemiği uzunlamasına çatlamıştı daha doğrusu. Amelyattan sonra iki ay yaşayabilmişti. Sağ ayaktaki kireçlenmede eklenince, kıpırdayamaz olmuştu. İster istemez annemi de anımsadım, Merih Hanım’ın yanında.
Barış geldi, merabalaştık; sonra annesinin elini öpüp ayrıldı. Ben yan odaya Hoca’nın yanına geçtim. Ellini sıktım. Sonra paketi açıp Karikatürkiye’yi masasına koydum. “İşte son uğraşım” dedim. Baktı ve biraz karıştırdı, sonra söyleşmeye başladık. Birkaç kez aramış, ancak ulaşamamış bana. Yeni romanı için gerekli olan bazı kaynaklar için... Yeni romanını sormadım, ancak roman yazmaya kalkışacak kadar iyi olduğunu anlamış oldum ve bundan büyük bir sevinç duydum. Yalancı Tanıklar Kahvesi’ni yazarken romanın son demlerine doğru şöyle demişti, “Bir kasaba dolusu insan kafamda geziniyor, bir an önce onlardan kurtulmak istiyorum!”
Kitaptan aldığım telifin miktarını anlamak istedi (Beni düşündüğü için, verdiğim emeklerin karşılığını alıp alamadığımı anlamak istiyordu.). Telif ücretimin yüzde on olduğunu söyledim. Elime geçen parayı az buldu. Bu kitabın bana dört yıl baktığını, telif konusunda pazarlık gücüm olmadığını ve telif ölçüsünden memnun olduğumu ekledim. Kendi telif gelirleriyle benimkinin karşılaştırılamayacağını söyledim.
Dizi film olarak çekilen Fatmagül’ün Suçu Ne? için iyi bir telif almış. İlk adı Umutsuz Şafaklar bu filmden söz açılınca “O zaman çekebilseydim çok başka olacaktı” dedi. Sansür izin vermeyince alel acele, birkaç günde yazdığım Korkusuz Âşıklar’ı [1972] çekmek zorunda kaldım. Çünkü Naci Duru’nun (Duru Film) filme ihtiyacı vardı.”
"Umutsuz Şafaklar" çekilememişti ama, ben Hoca’nın ikinci yardımcısı olarak Korkuteli’ne giden ekibe katılıvermiştim. Duru Film ile sözleşme bile imzalamıştım.
“Ne çok zaman geçti” dedi, Hoca, “Sen gencecik, uzun boylu kuru bir gençtin. Saçların up uzundu. Şimdi saçların gitti, kilo aldın, yaşlandın.” Epeydir karşı karşıya böyle konuşmamıştık Hoca'mla. “Evet dedim, ben de yaşlandım. Ancak yaşadıklarımdan şikâyetim yok. Bir biçimde yapmak istediklerimin ardından koştum. Sinema olmazsa Babıâli, ayakta kalmaya, hayallerimi gerçekleştirmeye çalıştım.”
“Korkusuz Âşıklar’da oynattığım, hani sana emanet ettiğim o kız nerelerde acaba, biliyor musun?” dedi. O anda adını ikimizin de anımsayamadığı, ancak bu satırları yazarken adı aklıma düşen o güzel Çerkez kızı Aysun Güven’di. Neredeyse ikimiz birden “Çok iyi, güzel bir kızdı, ama oyunculuğa elvirişli değildi” diye andık Aysun’u. Film ekibinde ona kanca atmak isteyen isteyene idi. Bunu farkedince Hoca, şöyle demişti çalışmamızın ilk günlerinin bir akşamında, otel odasında: “Bu kız sana emanet. Onu gözünden ayırmayacaksın.”
Hoca bugün, Samsun’dan Çarşamba’dan da söz açtı. Samsun’da doğma büyüme, –kaçak günlerinde– Çarşamba’da evlenmiş. Ayrıca Çarşamba’da akrabaları da varmış. Soyadı veremeden birçok isim ve meslek sıraladı, ancak benim 70 yıl öncesi Çarşamba’dan isimden yola çıkarak insanları tanıyabilmem olanaksızdı. Henüz trenin kurulmadan önceki yıllarından bile söz açtı ki, şaşırdım.
Sonra, 3-4 yaşlarındayken annesiyle birlikte trenle Çarşamba’ya gidişlerini anlattı. Çarşamba-Samsun tren hattının temeli 1924’te Atatürk tarafından atıldı; ancak kaç yılında çalışmaya başladı, bilmiyorum. 1930 olabilir. Hoca, Samsun’daki yaşantılarından da söz etti epeyce. Derbent’teki muhacir köyünden söz açtı, örneğin. Sevgili Hoca'mla epeydir bu denli eskilerden konuşmamıştık (Keşke bir kayıt cıhazı olsaymış yanımda).
Ona nicedir sormak istediğim soruyu bugün yöneltebildim:
– Hocam, anılarınızı yazmak istemiyor musunuz?
– Çok söylendi bu bana, ama istemedim. Yazarsam çoklarının canı yanar... dedi.
– Anılarınız çok önemli...
– Oğlum, artık zamanım da kalmadı... Bir roman daha yazmaya cesaret ettim...
Akşam, geceye doğru yol almıştı. Kalktım ve Vedat Hoca’mın ellerini sıkıp ayrıldım.
“Arada bir ara” diye seslendi arkamdan.
•
Ek Metin:
“Herkes Yeşilçam’a bir hikâyeyle gelir!”
Kaynak: Vedat Türkali [Seksen Beşinci Yaş Dönümü Anısına],
Everes Yay., Mayıs 2005, s. 276-292
Çarşamba Lisesi’ni bitirdiğim yıl, 1972’de İstanbul’a yerleşmek üzere, doğup büyüdüğüm kentten ayrıldım. İstanbul’da, sinema alanında çalışmayı çok erken yaşlarda kafama koymuştum. Sinema tutkunu taşralı bir genç böyle bir düş kurabilirdi kuşkusuz; ama bu düşü nasıl gerçekleştirebilirdi? Yıllar yılı kafamı meşgul eden en baskın sorun bu olmuştu. Benimkisi kuru bir hayal değildi. Sinemanın altın çağını Çarşamba’nın köhne sinemalarında, yaz-kış, soğuk-sıcak demeden yaşayan son kuşak izleyicilerden biriydim. Kente gelen filmlerin abartısız yüzde doksanını izlerdim. Beş kardeş olarak aşağı yukarı aynı sayıda film izler, o zamanların ünlü banka cep takvimlerine gördüğümüz filmlerin isimlerini yazar, “yıldız”landırarak değerlendirmeler yapardık. Sonra yılbaşlarında, yılın en iyi on filmini seçerdik. Bu sinema tutkusu biz beş kardeşi, taşra ölçüsünde de “sinemadan anlar” hale getirmişti.
Babam bir gün, “Yataklarınızı sinemaya taşıyın, oldu olacak!” demişti.
Hayallerimi gerçekleştirmek, sinema yolunda yürüyebilmek için hazırlanmalıydım:
1) İyi bir sinema izleyicisi olmam gerekiyordu,
2) Resim sanatını seviyordum. Beş odalı evimizin kileri büyük ağabeyimin resim atölyesiydi aynı zamanda. Ağabeyim, Hayat mecmuasının orta sayfasında yayımlanan ünlü ressamların röprodüksiyonlarını yağlıboyayla büyüterek yapıyordu. Bütün kardeşler aşağı yukarı bu atölyenin öğrencisi olacaktı zaman içinde. Akrabalar ve komşular, misafir odalarına yağlıboya bir tablo asabilmek için kuyruktaydı.
3) Babam ezberinden şiirler okurdu, evimizin dönerli kara tahtası olan “ders odası”nda. Namık Kemal, Mehmet Akif ve Nâzım Hikmet’i ilk babamızdan dinledik. Kastamonu Lisesi’nden mezun (1934) babamın edebiyat beğenisi, tanınmış şair öğretmenlerin öğrencisi olduğu yıllarda gelişmişti,
4) Babamın bilime ve edebiyata olan düşkünlüğü, evde küçük yaşlarda kitap/lık görme olanağı vermişti beş kardeşe. Bu nedenle edebiyata ben de tutkundum. Kitabın ve eğitimin en büyük hazine olduğunu babam ve annem öğretti bize,
5) Çarşamba, içinden Yeşilırmak’ın geçtiği büyük bir tarım iklimidir. Çarşamba günleri kurulan – ünlü – Çarşamba Pazarı, benim gözlemevim, okulumdu. Salı gecesinden başlardı uzaktan uzaktan yiyecek yüklü kağnıların sesi. Sokağa tek başıma çıkacak denli büyüdüğümde, bütün kente yayılmış olan Çarşamba Pazarı’nda girmedik delik bırakmazdım. Pirinç pazarı, at pazarı, yoğurt pazarı, sebze pazarı demeden gezinir, insanlara ve sattıkları ürünlere bakardım. Bakmalara doyamadığım –güçlü bir yumrukla dağıtılmış bir yüz gibi duran– Çarşamba Pazarı benim için büyük bir film setinden farksızdı. Her köşesinde ilginç bir şey bulurdum. Kentin bütün resim derslerindeki ana konularından biri, Çarşamba Pazarı’ydı. Bu kentin bütün çocukları bu sınavdan geçmişlerdi.
6) İçinden akan Yeşilırmak’ın haylaz bir çocuğu oldum. Tam on yıl içinde “çimdim”. Çok uzun zamanlar Sungurlu Mahallesi’nin küçük çetesinin bir üyesi olarak Çaltıburnu’na doğru –etrafını saran karpuz tarlalarını basa basa– akıp durduk. Yeşilırmak’tan çok şey öğrendim. Beni geleceğe hazırlayan gizli ustalarımdan biri oldu,
7) İzlediğim filmlerle sınırları genişlemeye başlayan hayal dünyam, ortaokul ve lise kompozisyon derslerinde kendini göstermeye başlamıştı. Hem arkadaşlarım, hem Türkçe edebiyat öğretmenlerim –bir film hikâyesinden farksız olan– kompozisyonlarımı mutlaka okumamı isterdi. 1967’de, ortaokul son sınıfta bir roman yazmaya kalkıştım. Bir yıl sonra bitirdim. Yani, yazma hevesim gemi azıya almıştı.
8) Resim, yazı ve sinema; bu üç ilgi alanından ayrı yaşamanın olanaksız olduğunu 1967’den başlayarak derinden duyumsadım,
9) Lise birinci sınıfta resim öğretmenim İhsan İncesu oldu. İstanbul’dan gelmiş, DGSA mezunu –öğretmenliğe çok geç başlamış– eski bir ressam. O bütün öğrencilerin hayatına “resim sanatı”nı sokmasını bildi. O, öğretmeni olduğu bütün öğrencilere yaşadıkları kenti köyleriyle birlikte keşfetmesini öğretti: Resim ve elişleri dersiyle yaptı bunu. Bütün derslerini Orhan Veli ya da Rıfat Ilgaz gibi şairlerin şiirleriyle açardı. Daha önceki resim ve elişleri öğretmenlerine benzemiyordu. “El insana en yakın doğa parçasıdır; o halde el çizeceğiz,” derdi. O anı hiç unutmuyorum. Ondan önceki öğretmenler, kürsüye saksı koyup yaptırırlardı! Henüz İstanbul’u görmeden ondan Babıâli’de dönen fırıldakları dinledim. Burhan Toprak imzalı Sanat Tarihi kitabıyla verilen dersleri de o üstlenmişti. İlk sanat tarihi dersinde, işlenecek konulardan ve kitaptan söz açtı uzun uzun. Sonra dedi ki, “Birer kâğıt çıkarın ve söyleyeceklerimi yazın: “Bu kitaba bir ek yapacağız. Türkiye’de ressam Abidin Dino’suz sanat tarihi dersi olmaz!”
Ve yazdırdı…
Ünlü Altın Goller (1966) filmine değin yazdırdı.
Abidin Dino’nun adını ilk kez ondan duydum.
Yıllar sonra yine aynı okuldan öğrencisi Ferhan Şensoy, Paris’te Abidin Dino’ya resim öğretmenimizi anlattığında, Dino şöyle der:
“İhsan, Türkiye’nin en iyi el ressamıdır. O eli öpün.”
“Bezirgân” sözcüğünü ilk ondan duydum. Babıâli Yokuşu’nun –aynı zamanda– bir bezirgân yokuşu olduğunu ilk ondan öğrendim. 1950’lerin toplumcu ressamlarından, ressam Kemal İncesu’nun kardeşi, heykeltıraş Vahi İncesu’nun ağabeyi İhsan İncesu ilk sanat öğretmenim oldu.
10) Çarşamba Lisesi’ne 1968’de çat kapı Ferhan geldi. Galatasaray Lisesi’nden doğduğu kente liseyi bitirmeye gelmişti Ferhan... Bu sıkıntılı kentte hayallerim konusunda atabileceğim en önemli adımları Ferhan sayesinde gerçekleştirme olanağı buldum.
İkinci sanat öğretmenim Ferhan oldu.
Sıkıntılı bir taşra kentini sevinçten boğacak işler yaptık sayesinde. Bütün tiyatro çabaları, benim için Ankara Devlet Konservatuarı sınavları için bir hazırlıktı aynı zamanda. İkinci sınavdan döndüm.
Lise bitmişti (1971). Üniversite sınavlarını kazanamamıştım. İstanbul’a gidip çat kapı Yeşilçam’a girmenin zamanı gelmişti. Bavullarımı hazırladığım günlerde – lise boyunca izlediğim – Ses mecmuasında bir ilan gözlerimi yerinden fırlatmıştı: “Bir film için beş genç aranıyor.” Küçük, sakin bir ilandı ve çok kısa bilgi veriliyordu. Bu ilana yapışıp kalmıştım. Bir Yeşilçam fırıldağı olabilirdi de?
Çarşamba’da geçen son yıllarımda sık sık İstanbul rüyalarıma girerdi. Kentten ayrılmadan gördüğüm son rüya şöyleydi:
Samsun sokaklarında kan ter içinde kalırcasına koşuyorum... Durmaksızın süren bu koşu, dik –ve arnavut kaldırımı– görkemli bir yokuşa tırmanarak sonuçlanacaktı. Artık yürüyecek gücüm kalmamıştı ki, tepeye ulaşmıştım... Yokuş birdenbire bitiyor ve düzleşerek bir balkona dönüşüyordu. Beton tırabzanlı, bu geniş terasımsı balkonun ardında, güneşle parıldayan Kız Kulesi’yle İstanbul uzanıyordu:
İstanbul’a indim. Şişli’de arkadaşlarımın evine sığındım. İlanı birkaç kez okudum. Lisede gerçekleştirdiğimiz oyunlardan, özellikle de Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri ile Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’inin fotoğraflarından bir albüm yaptım. Kısa bir yaşamöyküsü yazdım ve bir mektup ekledim. Çekeceği filme beş yeni genç oyuncu arayan “rejisör”e açık bir mektuptu bu. Mektubumun özü, Yeşilçam’a taşradan “artist” olmaya gelmiş bir genç olmadığımdı! Gerçekte “rejisör”lüğü öğrenmek istediğimi; İstanbul’a gelmeme birkaç gün kala bu ilanı gördüğümü; bu yarışmanın bana Yeşilçam’a bir an önce girme olanağı verebileceğini düşündüğüm için başvurduğumu yazmıştım.
Dosyayı büyük bir zarfa koydum ve Yeşilçam’da Duru Film’i aramaya koyuldum. Epeyce aradıktan sonra buldum. Utana sıkıla birkaç katı, merdivenlerden –düşüne taşına ve kalp çarpıntılarıyla– çıkıp zarfımı girişteki odacıya bırakıp hızla oradan uzaklaştım. Birkaç gün, belki de bir hafta geçti... Eve mektup gelmedi. Dosyamı geri almam gerekiyordu. Tek kopya olan fotoğraflarımı orda bırakamazdım. (Kapıcıya bunu tembih de etmiştim, verirken.) Aynı adrese gittim yine. Duru Film’in kapısını açıp girdiğimde odacıyla karşılaştım. Adamın yüzü sevinç ve şaşkınlıkla büyüdü ve bana seslendi:
“Seni arıyoruz! O gün ‘Hoca’ dosyana baktı ve, ‘Hemen çağırın bu çocuğu’ dedi. Peşinden koştum, ama seni bulamadım. Kaybolmuştun.”
O an ölebilirdim. Hem sevinmiş, hem üzüntüye boğulmuştum.
Odacı sözünü sürdürdü:
“Hoca içerde, Naci Bey’le oturuyor,” dedi.
Ve hemen hızlı adımlarla karşıdaki odaya girdi ve içeriye şöyle seslendi:
“Hocam aradığınız genç geldi!”
Odaya doğru yürüdüm. Kapının girişinde durakladım. Karşımda iki insan vardı: Biri Duru Film’in sahibi, yani “prodüktör”ü Naci Duru. Patron masasında oturuyordu. Masanın önünde, koltukta ise orta yaşlı bir adam. “Hoca” denilen “rejisör”dü. Çekeceği film için beş genç oyuncu arayan iki yetkili insan oradaydı. Onların önünde sevinç ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak garip bir biçimde duruyordum.
“Rejisör” bana seslendi:
“Sen neredesin evlâdım!?”
“Haber bekliyordum, efendim,” dedim.
“Adres yazmamışsın dosyana!”
Şaşırdım tabii... Mektubumun dibine adresimi yazdığımı sanıyordum. Oysa zarfın üstüne adres yazmak gerekiyordu.
“Yazdığımı sanıyordum, ama...”
“Neyse... Dün Sinematek’te seçimi yaptık. Beş oyuncu seçildi.”
Bu sözleri dinlerken, üç ya da dördüncü kattaki bu odanın İstiklâl Caddesi’ne bakan penceresinden atlayabilecek denli kendime kızıyordum.
“Üzülme,” dedi, “seni ikinci asistan olarak çalıştıracağım. Ayrıca küçük bir rolde de denerim seni...” dediğinde, pencereden atmaya çalıştığım bedenimi geri çektim! İçimde boğulan ilk sevinç, başka bir biçim almıştı. Demek benim mektubumu okudu; taşrada yapmaya çalıştıklarım ilgisini çekti... Benim için önemli olan da buydu zaten. Ne yapmak istediğimi anlayan bir insandı ihtiyacım olan. Şanslıydım.
Film jeneriklerinden Naci Duru’yu biliyordum; hatta Duru'ların Samsunlu olduğunu duymuştum. Fakat rejisörün adını bilmiyordum. Odacı, “Hoca”, Naci Bey ise “Vedat Bey” diye sesleniyordu Rejisör Bey’e. Taşralı bir sinema kurdu olarak, “Vedat” adlı bir rejisör tanımıyordum. Vedat Bey’in karşısındaki koltukta otururken, onu tanımamaktan duyduğum sıkıntıyı yenememiştim. Sinema konusundaki onca “bilgiç” halim yerlerde sürünüyordu.
Kaynak: Vedat Türkali [Seksen Beşinci Yaş Dönümü Anısına],
Everes Yay., Mayıs 2005, s. 276-292
Çarşamba Lisesi’ni bitirdiğim yıl, 1972’de İstanbul’a yerleşmek üzere, doğup büyüdüğüm kentten ayrıldım. İstanbul’da, sinema alanında çalışmayı çok erken yaşlarda kafama koymuştum. Sinema tutkunu taşralı bir genç böyle bir düş kurabilirdi kuşkusuz; ama bu düşü nasıl gerçekleştirebilirdi? Yıllar yılı kafamı meşgul eden en baskın sorun bu olmuştu. Benimkisi kuru bir hayal değildi. Sinemanın altın çağını Çarşamba’nın köhne sinemalarında, yaz-kış, soğuk-sıcak demeden yaşayan son kuşak izleyicilerden biriydim. Kente gelen filmlerin abartısız yüzde doksanını izlerdim. Beş kardeş olarak aşağı yukarı aynı sayıda film izler, o zamanların ünlü banka cep takvimlerine gördüğümüz filmlerin isimlerini yazar, “yıldız”landırarak değerlendirmeler yapardık. Sonra yılbaşlarında, yılın en iyi on filmini seçerdik. Bu sinema tutkusu biz beş kardeşi, taşra ölçüsünde de “sinemadan anlar” hale getirmişti.
Babam bir gün, “Yataklarınızı sinemaya taşıyın, oldu olacak!” demişti.
Hayallerimi gerçekleştirmek, sinema yolunda yürüyebilmek için hazırlanmalıydım:
1) İyi bir sinema izleyicisi olmam gerekiyordu,
2) Resim sanatını seviyordum. Beş odalı evimizin kileri büyük ağabeyimin resim atölyesiydi aynı zamanda. Ağabeyim, Hayat mecmuasının orta sayfasında yayımlanan ünlü ressamların röprodüksiyonlarını yağlıboyayla büyüterek yapıyordu. Bütün kardeşler aşağı yukarı bu atölyenin öğrencisi olacaktı zaman içinde. Akrabalar ve komşular, misafir odalarına yağlıboya bir tablo asabilmek için kuyruktaydı.
3) Babam ezberinden şiirler okurdu, evimizin dönerli kara tahtası olan “ders odası”nda. Namık Kemal, Mehmet Akif ve Nâzım Hikmet’i ilk babamızdan dinledik. Kastamonu Lisesi’nden mezun (1934) babamın edebiyat beğenisi, tanınmış şair öğretmenlerin öğrencisi olduğu yıllarda gelişmişti,
4) Babamın bilime ve edebiyata olan düşkünlüğü, evde küçük yaşlarda kitap/lık görme olanağı vermişti beş kardeşe. Bu nedenle edebiyata ben de tutkundum. Kitabın ve eğitimin en büyük hazine olduğunu babam ve annem öğretti bize,
5) Çarşamba, içinden Yeşilırmak’ın geçtiği büyük bir tarım iklimidir. Çarşamba günleri kurulan – ünlü – Çarşamba Pazarı, benim gözlemevim, okulumdu. Salı gecesinden başlardı uzaktan uzaktan yiyecek yüklü kağnıların sesi. Sokağa tek başıma çıkacak denli büyüdüğümde, bütün kente yayılmış olan Çarşamba Pazarı’nda girmedik delik bırakmazdım. Pirinç pazarı, at pazarı, yoğurt pazarı, sebze pazarı demeden gezinir, insanlara ve sattıkları ürünlere bakardım. Bakmalara doyamadığım –güçlü bir yumrukla dağıtılmış bir yüz gibi duran– Çarşamba Pazarı benim için büyük bir film setinden farksızdı. Her köşesinde ilginç bir şey bulurdum. Kentin bütün resim derslerindeki ana konularından biri, Çarşamba Pazarı’ydı. Bu kentin bütün çocukları bu sınavdan geçmişlerdi.
6) İçinden akan Yeşilırmak’ın haylaz bir çocuğu oldum. Tam on yıl içinde “çimdim”. Çok uzun zamanlar Sungurlu Mahallesi’nin küçük çetesinin bir üyesi olarak Çaltıburnu’na doğru –etrafını saran karpuz tarlalarını basa basa– akıp durduk. Yeşilırmak’tan çok şey öğrendim. Beni geleceğe hazırlayan gizli ustalarımdan biri oldu,
7) İzlediğim filmlerle sınırları genişlemeye başlayan hayal dünyam, ortaokul ve lise kompozisyon derslerinde kendini göstermeye başlamıştı. Hem arkadaşlarım, hem Türkçe edebiyat öğretmenlerim –bir film hikâyesinden farksız olan– kompozisyonlarımı mutlaka okumamı isterdi. 1967’de, ortaokul son sınıfta bir roman yazmaya kalkıştım. Bir yıl sonra bitirdim. Yani, yazma hevesim gemi azıya almıştı.
8) Resim, yazı ve sinema; bu üç ilgi alanından ayrı yaşamanın olanaksız olduğunu 1967’den başlayarak derinden duyumsadım,
9) Lise birinci sınıfta resim öğretmenim İhsan İncesu oldu. İstanbul’dan gelmiş, DGSA mezunu –öğretmenliğe çok geç başlamış– eski bir ressam. O bütün öğrencilerin hayatına “resim sanatı”nı sokmasını bildi. O, öğretmeni olduğu bütün öğrencilere yaşadıkları kenti köyleriyle birlikte keşfetmesini öğretti: Resim ve elişleri dersiyle yaptı bunu. Bütün derslerini Orhan Veli ya da Rıfat Ilgaz gibi şairlerin şiirleriyle açardı. Daha önceki resim ve elişleri öğretmenlerine benzemiyordu. “El insana en yakın doğa parçasıdır; o halde el çizeceğiz,” derdi. O anı hiç unutmuyorum. Ondan önceki öğretmenler, kürsüye saksı koyup yaptırırlardı! Henüz İstanbul’u görmeden ondan Babıâli’de dönen fırıldakları dinledim. Burhan Toprak imzalı Sanat Tarihi kitabıyla verilen dersleri de o üstlenmişti. İlk sanat tarihi dersinde, işlenecek konulardan ve kitaptan söz açtı uzun uzun. Sonra dedi ki, “Birer kâğıt çıkarın ve söyleyeceklerimi yazın: “Bu kitaba bir ek yapacağız. Türkiye’de ressam Abidin Dino’suz sanat tarihi dersi olmaz!”
Ve yazdırdı…
Ünlü Altın Goller (1966) filmine değin yazdırdı.
Abidin Dino’nun adını ilk kez ondan duydum.
Yıllar sonra yine aynı okuldan öğrencisi Ferhan Şensoy, Paris’te Abidin Dino’ya resim öğretmenimizi anlattığında, Dino şöyle der:
“İhsan, Türkiye’nin en iyi el ressamıdır. O eli öpün.”
“Bezirgân” sözcüğünü ilk ondan duydum. Babıâli Yokuşu’nun –aynı zamanda– bir bezirgân yokuşu olduğunu ilk ondan öğrendim. 1950’lerin toplumcu ressamlarından, ressam Kemal İncesu’nun kardeşi, heykeltıraş Vahi İncesu’nun ağabeyi İhsan İncesu ilk sanat öğretmenim oldu.
10) Çarşamba Lisesi’ne 1968’de çat kapı Ferhan geldi. Galatasaray Lisesi’nden doğduğu kente liseyi bitirmeye gelmişti Ferhan... Bu sıkıntılı kentte hayallerim konusunda atabileceğim en önemli adımları Ferhan sayesinde gerçekleştirme olanağı buldum.
İkinci sanat öğretmenim Ferhan oldu.
Sıkıntılı bir taşra kentini sevinçten boğacak işler yaptık sayesinde. Bütün tiyatro çabaları, benim için Ankara Devlet Konservatuarı sınavları için bir hazırlıktı aynı zamanda. İkinci sınavdan döndüm.
Lise bitmişti (1971). Üniversite sınavlarını kazanamamıştım. İstanbul’a gidip çat kapı Yeşilçam’a girmenin zamanı gelmişti. Bavullarımı hazırladığım günlerde – lise boyunca izlediğim – Ses mecmuasında bir ilan gözlerimi yerinden fırlatmıştı: “Bir film için beş genç aranıyor.” Küçük, sakin bir ilandı ve çok kısa bilgi veriliyordu. Bu ilana yapışıp kalmıştım. Bir Yeşilçam fırıldağı olabilirdi de?
Çarşamba’da geçen son yıllarımda sık sık İstanbul rüyalarıma girerdi. Kentten ayrılmadan gördüğüm son rüya şöyleydi:
Samsun sokaklarında kan ter içinde kalırcasına koşuyorum... Durmaksızın süren bu koşu, dik –ve arnavut kaldırımı– görkemli bir yokuşa tırmanarak sonuçlanacaktı. Artık yürüyecek gücüm kalmamıştı ki, tepeye ulaşmıştım... Yokuş birdenbire bitiyor ve düzleşerek bir balkona dönüşüyordu. Beton tırabzanlı, bu geniş terasımsı balkonun ardında, güneşle parıldayan Kız Kulesi’yle İstanbul uzanıyordu:
İstanbul’a indim. Şişli’de arkadaşlarımın evine sığındım. İlanı birkaç kez okudum. Lisede gerçekleştirdiğimiz oyunlardan, özellikle de Gogol’ün Bir Delinin Hatıra Defteri ile Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’inin fotoğraflarından bir albüm yaptım. Kısa bir yaşamöyküsü yazdım ve bir mektup ekledim. Çekeceği filme beş yeni genç oyuncu arayan “rejisör”e açık bir mektuptu bu. Mektubumun özü, Yeşilçam’a taşradan “artist” olmaya gelmiş bir genç olmadığımdı! Gerçekte “rejisör”lüğü öğrenmek istediğimi; İstanbul’a gelmeme birkaç gün kala bu ilanı gördüğümü; bu yarışmanın bana Yeşilçam’a bir an önce girme olanağı verebileceğini düşündüğüm için başvurduğumu yazmıştım.
Dosyayı büyük bir zarfa koydum ve Yeşilçam’da Duru Film’i aramaya koyuldum. Epeyce aradıktan sonra buldum. Utana sıkıla birkaç katı, merdivenlerden –düşüne taşına ve kalp çarpıntılarıyla– çıkıp zarfımı girişteki odacıya bırakıp hızla oradan uzaklaştım. Birkaç gün, belki de bir hafta geçti... Eve mektup gelmedi. Dosyamı geri almam gerekiyordu. Tek kopya olan fotoğraflarımı orda bırakamazdım. (Kapıcıya bunu tembih de etmiştim, verirken.) Aynı adrese gittim yine. Duru Film’in kapısını açıp girdiğimde odacıyla karşılaştım. Adamın yüzü sevinç ve şaşkınlıkla büyüdü ve bana seslendi:
“Seni arıyoruz! O gün ‘Hoca’ dosyana baktı ve, ‘Hemen çağırın bu çocuğu’ dedi. Peşinden koştum, ama seni bulamadım. Kaybolmuştun.”
O an ölebilirdim. Hem sevinmiş, hem üzüntüye boğulmuştum.
Odacı sözünü sürdürdü:
“Hoca içerde, Naci Bey’le oturuyor,” dedi.
Ve hemen hızlı adımlarla karşıdaki odaya girdi ve içeriye şöyle seslendi:
“Hocam aradığınız genç geldi!”
Odaya doğru yürüdüm. Kapının girişinde durakladım. Karşımda iki insan vardı: Biri Duru Film’in sahibi, yani “prodüktör”ü Naci Duru. Patron masasında oturuyordu. Masanın önünde, koltukta ise orta yaşlı bir adam. “Hoca” denilen “rejisör”dü. Çekeceği film için beş genç oyuncu arayan iki yetkili insan oradaydı. Onların önünde sevinç ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak garip bir biçimde duruyordum.
“Rejisör” bana seslendi:
“Sen neredesin evlâdım!?”
“Haber bekliyordum, efendim,” dedim.
“Adres yazmamışsın dosyana!”
Şaşırdım tabii... Mektubumun dibine adresimi yazdığımı sanıyordum. Oysa zarfın üstüne adres yazmak gerekiyordu.
“Yazdığımı sanıyordum, ama...”
“Neyse... Dün Sinematek’te seçimi yaptık. Beş oyuncu seçildi.”
Bu sözleri dinlerken, üç ya da dördüncü kattaki bu odanın İstiklâl Caddesi’ne bakan penceresinden atlayabilecek denli kendime kızıyordum.
“Üzülme,” dedi, “seni ikinci asistan olarak çalıştıracağım. Ayrıca küçük bir rolde de denerim seni...” dediğinde, pencereden atmaya çalıştığım bedenimi geri çektim! İçimde boğulan ilk sevinç, başka bir biçim almıştı. Demek benim mektubumu okudu; taşrada yapmaya çalıştıklarım ilgisini çekti... Benim için önemli olan da buydu zaten. Ne yapmak istediğimi anlayan bir insandı ihtiyacım olan. Şanslıydım.
Film jeneriklerinden Naci Duru’yu biliyordum; hatta Duru'ların Samsunlu olduğunu duymuştum. Fakat rejisörün adını bilmiyordum. Odacı, “Hoca”, Naci Bey ise “Vedat Bey” diye sesleniyordu Rejisör Bey’e. Taşralı bir sinema kurdu olarak, “Vedat” adlı bir rejisör tanımıyordum. Vedat Bey’in karşısındaki koltukta otururken, onu tanımamaktan duyduğum sıkıntıyı yenememiştim. Sinema konusundaki onca “bilgiç” halim yerlerde sürünüyordu.
Merih - Vedat Türkali |
Vedat Bey, çekeceği film hakkında bilgi verdi. Bir taşra kentinde (Bodrum) beş gencin bunalımlarını, özellikle de cinsel sorunlarını toplumsal bir boyutla ele alacak bir hikâyeydi söz konusu olan. Senaryo sansür heyetindeydi. Yakın günlerde Ankara’dan yanıt bekleniyordu. Ertesi gün şirkete gelip asistanlık için sözleşme yapmam gerektiği söylendi.
Naci ve Vedat Beylerin ellerini sıkıp görüşmek üzere ayrıldım odadan. Şişli’de Kocamansur Sokak, Feyza Apartmanı’nın bodrum katındaki ev arkadaşlarım da sevindi bu sonuca. Onun hakkında kimden bilgi alabileceğimi de bilemiyordum.
Duru Film ile sözleşme yaptım. Birkaç gün sonra –Ağacamii Sokak’ta, Ağa Lokantası’nın bitişiğindeki binanın en üst katında– prodüksiyon amiri Stepan Melikyan’ın yazıhanesinde Vedat ve Melikyan Beyler, seçilen beş oyuncu ve benimle toplantı yapıldı. Vedat Bey, bizlere sinemanın nasıl bir sanat olduğunu ana çizgileriyle anlatmaya çalıştı. Sözü genelden alıp özele, Yeşilçam’a indirdi. Sinema oyunculuğunun nasıl bir uğraş olduğundan söz açtı. Ve Yeşilçam’a her gün sayısız insanın hayalleriyle geldiğini söyledi. Yeşilçam’a olan bu ilgi filmlere bile yansıdığı için, taşralı çocuklar bile bu durumdan haberdardı. Ancak, bu durumu uzaktan uzağa bilmekle, bir figür(an) olarak Yeşilçam’da olmak aynı şeyler değildi!
Melikyan’ın yazıhanesindeki o toplantının –hiç unutmadığım– açılış cümlesi şuydu: “Yeşilçam’a herkes bir hikâyeyle gelir!”
Naci ve Vedat Beylerin ellerini sıkıp görüşmek üzere ayrıldım odadan. Şişli’de Kocamansur Sokak, Feyza Apartmanı’nın bodrum katındaki ev arkadaşlarım da sevindi bu sonuca. Onun hakkında kimden bilgi alabileceğimi de bilemiyordum.
Duru Film ile sözleşme yaptım. Birkaç gün sonra –Ağacamii Sokak’ta, Ağa Lokantası’nın bitişiğindeki binanın en üst katında– prodüksiyon amiri Stepan Melikyan’ın yazıhanesinde Vedat ve Melikyan Beyler, seçilen beş oyuncu ve benimle toplantı yapıldı. Vedat Bey, bizlere sinemanın nasıl bir sanat olduğunu ana çizgileriyle anlatmaya çalıştı. Sözü genelden alıp özele, Yeşilçam’a indirdi. Sinema oyunculuğunun nasıl bir uğraş olduğundan söz açtı. Ve Yeşilçam’a her gün sayısız insanın hayalleriyle geldiğini söyledi. Yeşilçam’a olan bu ilgi filmlere bile yansıdığı için, taşralı çocuklar bile bu durumdan haberdardı. Ancak, bu durumu uzaktan uzağa bilmekle, bir figür(an) olarak Yeşilçam’da olmak aynı şeyler değildi!
Melikyan’ın yazıhanesindeki o toplantının –hiç unutmadığım– açılış cümlesi şuydu: “Yeşilçam’a herkes bir hikâyeyle gelir!”
Bu küçük oyuncu yarışmasını kazanan beş genç insanın arasında, onların “kazanç”ına imrenerek Vedat Bey’i büyük bir dikkatle dinliyordum. Toplantıyı açış cümlesine karşılık, “Benim çok hikâyem var efendim,” demek geçiyordu içimden! Diyemedim tabi...
Bir başka şirket buluşmasında, Vedat Bey filmde birinci asistanlığını yapacak olan Mesut Eren’le tanıştırdı beni. Ve ertesi gün, toplantı için iki “asistan”ını Kurtuluş’taki evine davet etti.
Adres pusulası elimde, bir İstanbul acemisi olarak arayıp durdum. Biraz dolandıktan sonra evi buldum. Sanırım iki ya da üç katlı bir evdi. Eve girdiğimde duvarlar ve kitaplık dikkatimi çekmişti... Vedat Bey hakkında bir ipucu arıyordum. Duvardaki Balaban’ı hemen tanımıştm. Dedim ki, bu “rejisör” başka bir adam olmalı. Bu Yeşilçam’ın o bilinen “rejisör”lerinden değil. Balaban gibi bir toplumcu ressamın tablosu evinde canlı canlı asılı! Vedat Bey’in çalışma masasının üzerindeki camın altında fotoğraflar vardı... Birini tanıyordum: Ayla Algan ve Beklan Algan’lı bir film karesi: Karanlıkta Uyananlar’dan bir sahne... “Efendim, bu film Çarşamba’da afişe çıktı, ama bir türlü gösterilmedi,” deyivermiştim. Bu fotoğraf ile Vedat Bey’in ilişkisini kuramıyordum. Sevdiği bir film karesi olarak da oraya konulabilirdi. Vedat Bey, bize kendini tanıtmamıştı. Kimdi, sinemayla olan ilişkisi neydi, vb.
Duvarda bir hapishane fotoğrafı görmüştüm. Demek ki, hapse de girmiş diye düşünüyordum. Kitaplık raflarında Ruhi Su’nun longplayleri vardı… Gördüğüm her nesne Vedat Bey hakkında, onu tanıma konusunda bir açılım sağlıyordu. Telefon çalmıştı. Karşısındaki kişinin Ruhi Su olduğunu anladığımda şaşkına dönmüştüm. “Tam yerine düştün oğlum!” deyivermiştim kendi kendime.
Ama bu adam kimdi!?
Masasındaki duruma bakıp, bu yeni çalışmanın ne olduğunu sorma cesareti bulmuş olmalıyım kendimde. Yanıtı şöyle olmuştu:
“Bir roman yazıyorum.”
O yıllarda “köy romanı” olgusu çok tartışılıyor. Ben de bu tartışmaları izlemeye çalışıyordum. Bu bilgiyi arkama alıp:
“Köy romanı mı yazıyorsunuz, Hocam?” demiştim.
“Yok oğlum, ben köyü bilmem; bir şehir romanı yazıyorum,” demişti.
Masada çırpınan roman, birkaç yıl sonra doğacak olan Bir Gün Tek Başına’dan başkası değildi...
Duru Film’in odacısına sormuştum:
“Vedat Bey kim? Siz neden ona 'Hoca' diyorsunuz? Hangi filmleri var?”
“O Vedat Türkali. Senaryocu ve yönetmen... Ona herkes Yeşilçam’da ‘Hoca’ der!”
Resim öğretmenim İncesu, Çarşamba’dan sonra Eyüp’e, evinin semtine tayin olma şansını elde etmişti. Her yıl en az iki kez onu ziyarete giderdim.
Yeşilçam’a katıldıktan sonra ilk gidişimde ona durumu anlatmıştım:
“Hocam, Yeşilçam’a girdim... Vedat Türkali’nin ikinci asistanı olarak çalışacağım.”
İncesu’nun bıçak gibi keskin bakışları, yanık tenini parlatıvermişti:
“Sen Yüzbaşı Abdülkadir’in, Abdülkadir Hoca’nın asistanı oldun ha?”
Şaşkına dönmüştü sevinçten.
Ondan dinlemiştim Vedat Türkali’yi.
Şiir dolu belleğini silkmiş ve ünlü “İstanbul” şiirini okuyuvermişti ezberinden. Hocamdan, bu şiiri –her askeri darbede kapısı dipçiklenerek kırılan–, Eyüp sırtlarındaki evinin bahçesinde dinlemiştim.
Muhteşem bir okuyuştu bu!
Vedat Türkali’nin “Umutsuz Şafaklar”(1) adıyla Bodrum’da çekilecek olan filminin senaryosuna sansür heyeti izin vermemişti. Bunun üzerine apar topar başka bir senaryo gündeme gelmişti. Şirketin bir filme ihtiyacı vardı, bu nedenle Korkuteli’nde (Antalya) başka bir film çekilecekti. Beş genç oyuncu adayının düşleri tuzla buz olmuştu. İçlerinden biri, Mesut Engin, birkaç yıl sonra “1973 Ses Mecmuası Artist Yarışması”ndan birinci olarak çıkacak ve Yeşilçam’a katılacaktı.(2)
Mesut Engin, küçük bir sahnede oynatıldı; ben ise ikinci asistan olarak çalıştım.
Korkuteli’nde yaklaşık bir ay kaldık. Ekim 1972’yi gösteriyordu tarih.
Vedat Hocamın güvenini kazanmıştım. Beni anlamış, hissetmiş olmalıydı.
İstanbul’daki ilk Hocam, Vedat Türkali oldu.
Korkusuz Âşıklar (1972), Vedat Türkali’nin yönettiği son film oldu. Onunla ikinci kez çalışma olanağı olmadı bu nedenle. Ancak İstanbul’daki yaşamımı güçlendiren, tanımaktan ve yanında çalışmaktan onur duyduğum bir insan ve yaratıcıydı. Yıllar, Vedat Türkali’yi hayatın içinde tanıma olanağı da verdi bana... Geçmişe olan merakım, Hoca’nın kişisel tarihi konusunda bilgilenmeme de yardımcı oluyordu.
Vedat Türkali’yi, Yaşilçam gibi karmaşık bir yolda tanımak ve onun iyi bakışlarını üstümde hissetmek daima sevinç vermişti bana.
Kadıköy-İstanbul, 27.4.2005
Vedat Türkali'nin eli ile Turgut Çeviker (Ekim 1972). |
1) Adı "Umutsuz Şafaklar" olan senaryosu sansürden geçmeyen bu proje 1990'da Hülya Avşar ve Aytaç Arman'ın oynadığı Süreyya Duru'nun yönettiği Fatmagül'ün Suçu Ne? adıyla sinemaya aktarıldı. Bu filmin hikâyesi, 2010'da Beren Saat ve Engin Akyürek'in oynadığı –çok beğenilen– bir dizi film olarak kamuya ulaştı; dizi 2012'de de sürüyor.
2) Mesut Engin ile kısa zamanda iyi arkadaş olumşutuk. Evsizdi. Onu Kurtuluş’daki arkadaşlarımla (Abdullah Yılmaz, Hüsnü Erdoğan, Köksal Zerey, Muammer Aydın ve Hasan Yeşildal) birlikte kaldığımız eve götürmüştüm. Evin en küçük odası ona verilmiş, ev sorununu çözene değin bir karşılık beklenmeden bizimle birlikte kalacaktı. Mesut için bir dönüm noktası olacak olan "1973 Ses Mecmuası Artist Yarışması", yaklaşmaktaydı... Aynı evi paylaşarak ve sinema alanında hayallerimizi gerçekleştirmek için çalışmaya başlamıştık. Mesut Engin, 19.12.2011'de İstanbul'da öldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder